Seçimlere sadece bir gün kaldı. Renkli bir kampanya sürecinin sonuna geldik. Katılımı yüksek (yüzde 85 üstü) bir sandık performansı bekliyoruz. Anketler Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ilk turda rahatlıkla ipi göğüsleyeceğini gösteriyor. Elbette son sözü seçmen pazar günkü tercihi ile söyleyecek. Bütün polemiklere rağmen demokratik olgunlukla sürdürülen bir seçim yarışı olduğunu düşünüyorum. Ancak can sıkıcı bir istisna ile... CHP ve Batı basını kampanya başında yaptıkları gibi yeniden "seçim güvenliği" tartışmasına döndüler.
***
Genel Başkan Kılıçdaroğlu, seçimlere "güveni" zedeleme amacıyla ikircikli konuşuyor. Hem seçim güvenliği ile ilgili Millet İttifakı olarak hazırlık yaptıklarını söyleyerek seçmenlerine güvence veriyor. Hem de iktidarın, Anadolu Ajansı üzerinden manipülasyon yapacağını iddia ediyor. "Oy sayımı sürerken Erdoğan'ın ilk turda kazandığı söylenerek dikkatler Meclis oylarının sayımından" kaçırılacakmış. CHP'nin cumhurbaşkanı adayı İnce ise avukatları pazar günü YSK önünde toplama niyetinde. Benzer şekilde Batı basını ise hem "Erdoğan'ın ilk defa yenilebileceğini" söyleyen yorumlarla dolu. Muhalefeti Erdoğan karşısında birleşmeye ve sandığa gitmeye teşvik ediyor. Hem de seçimle ilgili şüphe oluşturma çabası yürütüyor. Sözgelimi Le Figaro dünkü sayısında "120 bin seçmeni etkileyen" sandık birleştirmeyi sorun edebiliyor. İnce'nin açıklamalarıyla birlikte okunduğunda, niyet "seçim günü aktivizmi oluşturmak." 2002'den bu yana 9 seçim ve 3 referandumu özgürce gerçekleştiren Türk demokrasisinin aktörlerinin sorumlu davranması gerekiyor. "Seçim günü aktivizmi" oylara sahip çıkma anlamında ne kadar demokratikse, YSK ve AA gibi kurumları hedef alması yönüyle o kadar antidemokratiktir. Hele hele, taraftarını şiddetten uzak tutmak bir cumhurbaşkanı adayının en dikkatli olması gereken husus.***
24 Haziran seçimlerinin bu kadar "rekabetçi ve heyecanlı" geçmesine rağmen Batı basını ve muhalefet demokrasimizi sorunsallaştırmaktan vazgeçmiyor. AK Parti'yi ve lideri Erdoğan'ı "otoriterlikle" suçlamaktan geri kalmıyor. Halbuki Erdoğan, 16 yıldır yürüttüğü mücadelede hep sandığa gitmeyi tek çare olarak gördü. Her büyük krizde ve değişimde siyaseti önceledi. Seçimlerle milletin iradesine başvurmayı yegâne yol olarak gördü. 2007 cumhurbaşkanlığı krizini, 17-25 Aralık saldırılarını, Temmuz 2015'te PKK'nın teröre başlamasını sandık ile aştı. 2007, 2010 ve 2017 referandumları ile sistemi değiştirdi. 25 Haziran itibariyle de ülkemiz yeni bir sistemle yoluna devam edecek. Bu yol hem devlet kurumlarının güçlendiği hem demokrasimizin pekiştiği bir yere gidecek.***
Son beş yılda yaşanan türbülansa bakarak demokrasimizin "kalitesini" sorgulayanlar demokrasi ve dünya siyaseti literatürünü birlikte okumayı beceremeyenlerdir. Demokrasiler teorik bir ortamda yaşamazlar. Ülkelerin, kalkınma, refah, güvenlik ve dış politikada rekabet gibi gerçekliklerle yüzleşmeleriyle birlikte oluşurlar. Bu şartlar genelde Batı dışı dünyada daha zordur. Ortadoğu'yu bir kenara koyun, bir zamanların yükselen ülkesi Brezilya'nın çöküşü ya da çökertilmesi, ders alınacak ibretlerle dolu.***
Şimdilerde popülizm dalgası ile başı belada olan Batı demokrasilerinin "yaklaşan sonundan" bahsedilmesi de boşuna değil. Ticaret savaşlarını başlatan Trump'ın ABD'si sınırda aileleri ayırma uygulamasını tartışıyor. AB liderleri ise mültecileri "toplama kampına" yerleştirmeyimüzakere ediyor. Batı demokrasileri sadece mülteci konusuyla bile "popülizm, yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığı" krizlerine girmiş durumdalar. Suriye- Irak iç savaşlarının sonuçları, PKK ve FETÖ terörüyle mücadele ederken Türkiye'nin yaşadıkları demokrasinin kaybı değil, direncidir. Sorunlarını çözmek için mücadele veremeyen bir demokrasi konsolide edilemez. Bugün Türkiye'de siyasetin ve sandığın bu kadar değerli olması bunun bir göstergesi. Gelen küresel belirsizlik dönemi de böyle atlatılabilir.[Sabah, 22 Haziran 2018].