Ortadoğu politikasının en tartışmalı ilişkisi şüphesiz Amerika-İsrail ortaklığı. İsrail devletinin kurulmasından bu yana sürekli güçlenerek devam eden ilişki kaynakları, etkileri ve sonuçları ile senelerdir üzerinde konuşulan ve spekülasyon yapılan bir mesele. İki tarafın da sarsılmaz ve özel olarak nitelediği ilişkiler Ortadoğu’da Camp David döneminin sona erdiği ve ülkelerin jeopolitik değer ve stratejik maliyetlerinin yeniden masaya yatırıldığı bir dönemde fazlasıyla tartışılır oldu. Özellikle son birkaç senedir birbiri ardına yaşanan kısa süreli krizlerin aslında kamu diplomasisi kazaları mı yoksa ciddi fikir ayrılıklarının kamusal yansımaları mı olduğu iki başkentte de artık en çok sorulan sorular arasında. İlişkilerdeki kimliksel kurumsallaşma ve konuya Amerika ve İsrail kamuoyunun gösterdiği hassasiyet her ne kadar ABD-İsrail işbirliğinin emniyet supabı olarak görülse de yakın dönemde yaşanan anlaşmazlıklar ve iki ülkenin geçirmekte olduğu demografik ve ekonomik değişimler ilişkilerin gelecekte alacağı şekil hakkında tereddütleri beraberinde getiriyor. Dahası ilişkilerin yaklaşan başkanlık ve kongre seçimlerine rağmen eski haline gelmiyor olması Ortadoğu’da yaşanan dönüşümlerin etkisinin iç politik kaygıları gölgeleyecek boyuta ulaştığı izlenimini güçlendiriyor.
KIRILMA NOKTASI BIDEN'IN ZİYARETİ
Her ne kadar ikili ilişkilerdeki bozulmayı Netanyahu ve Obama’nın iktidara gelmeleriyle açıklamak bir nevi indirgemecilik olsa da, zira bu dönem aynı zamanda ABD’nin İsrail’e olan dış yardımlarının arttığı bir zaman dilimine tekabül ediyor, takvimsel bir yaklaşımla İsrail ve ABD’deki son seçimleri bir milat olarak görmek mümkün. Obama’nın Amerika’nın dünyada dibe vuran popülaritesi ve prestijini yükseltmeyi temel alan dış politika programıyla seçimi kazanmasından hemen sonra özellikle Arap ve İslam dünyasına yönelik başlattığı ve Arap-İsrail sorununu çözümü temel alan kamu diplomasi atağı ilişkilerde muhtemel bir dalgalanmanın habercisi olmaya başlamıştı. Ancak Obama’nın İsrail- Filistin sorunu için atadığı özel temsilci olan George Mitchell’i Tel-Aviv fazla dikkate almamıştı. 2009 yılının Kasım ayında Netanyahu’nun Washington’da Obama ile yaptığı görüşme ise ilişkilerde bir dönüm noktasıydı. Obama yerleşimler ve İran konusunda fikir ayrılığı yaşadığı Netanyahu ile Oval Ofis’te oldukça sert bir diyaloga girmiş ve görüşme sırasında yaşananlar hem Tel Aviv hem de Washington’da karşılıklı güven ile birlikte saygının da zedelendiği yorumlarına yol açmıştı.
İlişkilerin sıfır noktası ise bu görüşmeden dört ay sonra başkan yardımcısı Biden’ın Tel-Aviv’e gittiği gün meydana gelmişti. Biden’ın görüşmeleri devam ederken İsrail’in Doğu Kudüs’e yeni yerleşim planı açıklaması hem ABD yönetiminin uluslararası statüsüne hem de Biden’ın şahsında Beyaz Saray’a yöneltilmiş bir tavır olarak algılanmıştı. İlişkiler bu şoku yaşarken General Petraeus Kongre’de Amerika’nın fazlasıyla İsrail taraftarı olduğu algısının Ortadoğu’da Amerika’ya karşı olan tepkinin temelini oluşturduğunu söyleyerek bir bomba daha patlatmış oldu. Olayın sonrasında İsrail’in Washington’daki büyükelçisi Michael Oren’in katıldığı bir toplantıda ikili ilişkilerin “35 yıldan bu yana gelinen en kötü noktada” olduğunu söylemesi durumun vahametini ortaya koymuştu.
Tam da uzmanlar İsrail-ABD arasında yaşananları Likud bir başbakan ile Demokrat bir başkan arasında yaşanan rutin sürtüşme olarak açıklamaya çalışırken Arap Baharı ve olaylar karşısında iki ülkenin takındığı farklı tutumlar sorunun daha yapısal bir yönünü ortaya çıkardı. Netanyahu’nun Mısır’daki olayların iyiden iyiye kızıştığı bir dönemde Mübarek’in desteklenmesi gerektiği yönünde yaptığı açıklamalara karşılık Amerika’nın ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra bölgedeki halk hareketlerine verdiği destek iki ülkenin bölgesel yaklaşımındaki pergelin Mısır gibi stratejik bir meselede gitgide açılmasına yol açmıştı. Bu farklılık iki ülkenin tehdit algılamaları ve güvenlik parametrelerinin eski uyum ve ahengini kaybetmeye başlaması demekti.
Netanyahu 2011 yılının Mayıs ayından bir daha ziyaret ettiği Washington’da bu sefer bir öncekine nazaran daha sıcak karşılanmıştı. İlk yorumlar Kongre seçimlerinden Demokrat Parti’nin aldığı ağır yenilgi üzerine Obama’nın iç politikaya yönelik bir manevra yaptığı yönündeydi. Keza Kongre, Beyaz Saray’a nispet edercesine Netanyahu’ya görülmemiş bir ilgi ve alaka göstermiş, Kongre üyeleri Netanyahu’yu konuşması öncesi yaklaşık beş dakika ayakta konuşma sırasında da yirmi sekiz kez ayağa kalkarak alkışlamıştı. Ancak gerek Arap Baharı konusunda yaşanan görüş ayrılıkları gerekse Obama’nın 1967 sınırları temelli bir müzakere süreci üzerine ısrarcı olması yönetimler arasındaki fikir ayrılığını bir kez daha gözler önüne serdi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun toplandığı Eylül ayında Filistin’in tam üyelik başvurusu karşısında taraflar arasında oluşan ittifak ve sonrasında UNESCO’nun Filistin’i tam üye olarak kabul etmesi üzerine Amerika’nın gösterdiği tepki ilişkilerin rayına oturduğu yanılsaması yaratmış olsa da son üç ay içinde ortaya çıkan gerginlikler Amerika-İsrail ilişkisinde taşların ciddi biçimde yerinden oynadığını gösterdi.
İlişkilerdeki fay hatlarının ilki senelerdir bu iki ülkeyi ortak bir tehdit olarak birbirine yaklaştıran İran’ın nükleer programı konusundaki fikir ayrılığına dayanıyor. Özellikle İsrail’in İran’a tek taraflı saldırı hazırlığında olduğu yolundaki haberler meseleyi ağır ekonomik yaptırımlar ve diplomatik kanallar kullanılarak çözmekten yana olan ABD tarafından oldukça rahatsız edici bulunuyor. Çeşitli Amerikalı yetkililerin son bir kaç ay içinde İran’a askeri müdahale konusunda, bölgede yol açabileceği istikrarsızlık, Avrupa ve ABD ekonomisinde yaratabileceği hasar ve daha da önemlisi İran içinde rejim değişikliği için çalışan gruplar için oluşturabileceği handikapları öne sürerek olumsuz görüş belirtmesi açıkça İsrail’e tepki olarak algılanıyor. İsrail’in daha önce Irak ve Suriye’deki bazı tesislere düzenlediği tarz bir ‘cerrahi müdahalede’ bulunma ihtimali ve bu ihtimalin hangi şartlarda gerçekleşeceği sorusu Amerika’da tedirginlik yaratıyor. Her ne kadar henüz doğrulanamayan raporlarda İsrail ve Amerika’nın gizli operasyonlar ve siber savaş ile İran’ın nükleer programına büyük zararlar vermiş olduğu yazılıp çiziliyor olsa da İsrail devletinin İran’ın nükleer silah elde etmesinin her ne pahasına olursa olsun engellemesi fikrine karşılık Amerika’da ortaya çıkmaya başlayan muhtemel bir nükleer İran karşısında alınabilecek caydırıcı önlemler tartışması, İsrail’de büyük bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. İsrail böyle bir alternatifin göz önünde bulundurulmasının dahi İsrail’in güvenliği için verilmiş büyük bir taviz olacağı fikrinde.
Anlaşmazlığın ikinci ve önemli kolu olan Arap Baharı meselesinde ise İsrail Mısır ve Tunus’ta gerçekleşen seçimler sonrasında bölgedeki demokratik hareketlere tamamen cephe almış durumda. Arap Baharı’nın İslami, anti-Amerikan, Batı, liberalizm ve İsrail karşıtı bir dalgaya dönüştüğünü savunan Netanyahu, herkesin aksine hareketlerin Arap dünyasını ileriye değil geriye götüreceği iddiasında ısrarcı. Netanyahu’nun bölgedeki halk hareketlerine destek veren Amerika ve Avrupa devletlerini naiflikle suçlaması Amerika-İsrail arasında Ortadoğu’nun geleceği ve bölgedeki çıkarlar konusunda oluşan uçurumun en iyi göstergesi. Özellikle Ortadoğu barış sürecinde ilişkilerin daha da karmaşıklaşacağı Amerika’nın aylardır İsrail’e yeni yerleşim yapılmasını geçici olarak bir kereliğine mahsus üç ay geciktirmesi için yaptığı telkin ve önerdiği yardım paketlerinin sonuçsuz kalmasından açıkça görülebiliyor. G 20 zirvesi sırasında Obama ve Sarkozy arasında geçen diyalogda sarfedilen sözler ve geçtiğimiz hafta Savunma Bakanı Panetta’nın İsrail’in hiç de hoşuna gitmeyen bir tavırla tarafları masaya çağırması bu gerginliğin sadece görünen yüzü. Panetta ve diğer birçok Amerikalı yetkilinin Mısır ve Türkiye ile ilişkilerini düzelterek tecrit edilmişlikten kurtulması tavsiyelerine İsrail’in son aylarda Yunanistan, Bulgaristan, Kıbrıs Rum Kesimi ve Romanya ile ilişkilerini geliştirerek karşılık vermesi değişen Ortadoğu’nun geleceğinde İsrail’in yeri konusunda ciddi kaygılar da uyandırıyor.
İSRAİL, CUMHURİYETÇİLERİNİN KOZU
İkili ilişkilerde yaşananların artık iki ülke iç politikasında da ciddi yankılanmalara sebep olduğu da gözlerden kaçmıyor. İsrail’de son zamanlarda Amerika ile ilişkilerin iç politikada ciddi tartışmalara sebep olduğu gibi Amerika’daki başkanlık yarışında da Obama’nın İsrail’i yalnız bıraktığı yolundaki dış politika eleştirisi artık Cumhuriyetçi adayların olmazsa olmazı olmuş durumda. Geçtiğimiz haftalarda Clinton’un kapalı bir toplantıda İsrail’de demokrasinin geleceğinden kaygı duyduğunu açıklaması üzerine İsrail medyasında yazılıp çizilenler ile İsrail Göç Bakanlığı’nın Amerika’daki Yahudi toplumuna yönelik hazırladığı reklam kampanyasının Amerika’da yarattığı tepki ve Beyaz Saray’da İsrail’e en yakın isimlerden biri olan Dennis Ross’un görevden ayrılacağını açıklaması üzerine yapılan spekülasyonlar da hem İsrail hem de ABD kamuoyunun gelişmeleri ne denli dikkatle takip ettiğini gösteriyor.
Elbette son yıllarda ilişkilerde yaşanan bu gelişmeleri Amerika-İsrail ortaklığının sonu olarak görmek oldukça aşırı bir değerlendirme olur. İki ülke ilişkilerini hala çok güçlü tutan geniş bir ülke kamuoyu, kimliksel ve teolojik dayanaklar ve savunma sanayi mevcut. Geçtiğimiz günlerde İsrail’e yakınlığı ile bilinen Washington Yakın Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nün yayınladığı rapor İsrail’in Amerika’ya stratejik değer bakımından neler kazandırdığını bir bir sıralıyordu. Ancak bir zamanlar ikili ilişkinin hiçbir izaha gerek görülmeden kabul gören bu yönü hakkında böyle bir raporun yazılmış olması dahi bir şeylerin yolunda gitmediğini ortaya koyuyor. Şimdilerde bundan sonraki dönemde özellikle Amerika’nın Asya stratejisi ve Ortadoğu’daki gelişmelerden sonra yaşanabilecek stratejik ve jeopolitik revizyonların İsrail ile ilişkileri ne denli etkileyeceği herkesin merakını celbeden bir mesele olarak cevaplanmayı bekliyor.