Dünya tarihine bakıldığında, maalesef savaş ve çatışma dönemlerinin barışın hâkim olduğu dönemlerden çok fazla olduğu görülür. Geçen yüzyıl iki büyük dünya savaşına tanık oldu.
Birinci Dünya Savaşı’nda 20 milyon, İkinci Dünya Savaşı’nda ise 60 milyon civarında insan doğrudan çatışmalarda ya da savaşın dolaylı etkileri yüzünden hayatını kaybetti. Kitle imha silahlarının da kullanıldığı bu savaşlarda askerlerden daha çok sivil insanlar zarar gördü. Amerikan ordusunun Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atmış olduğu nükleer silahlar ise savaşların ulaşabileceği vahşetin zirvesini gösterdi.
Gerçekten vahşetin zirvesi bu muydu?
İnsanoğlunun “güç ahlakından” yoksun olduğunda neler yapabildiğine baktığımızda, ağırlıklı olarak kadın, çocuk ve yaşlıların yaşadığı bir şehrin üzerinde atom bombası patlatmanın ötesine de geçebileceğinden endişe etmemiz yersiz değildir. Bu “cehennem silahının” bir şehirde yol açtığı yıkımı gördükten üç gün sonra aynı silahı başka bir şehrin üzerinde yeniden patlatacak kadar alçalabilen insanlık, her zaman vahşette sınırı olmadığını göstermiştir.
İşgal edilen şehirlerde gerçekleştirilen katliamlar, sivil yerleşim yerleri üzerine atılan napalm bombaları, fosfor bombaları, sarin gazı ve diğer kimyasal silahlarla saldırılar hep yaşanmış ve yaşanmakta olan savaş sahneleri…
Dünya politikasında son dönemde yaşanan gelişmeler gelecek yıllarda şiddetin daha da artacağına işaret ediyor.
Orta Doğu zaten uzun zamandır savaş ve çatışmalardan kurtulamıyordu. Arap İsrail Savaşları, Cezayir İç Savaşı, İran-Irak Savaşı, Birinci ve İkinci Körfez Savaşları sadece 1950’lerden beri bölgede yaşanan savaşlardı. Arap Devrimleriyle birlikte Suriye, Yemen, Libya ve Irak’ın iç savaşa sürüklenmesi Orta Doğu’da istikrarı iyice bozarak yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine ve on milyonlarcasının da mülteci konumuna düşmesine yol açtı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, dışarıya karşı saldırgan politikalarını devam ettirse de, kendi içerisinde göreceli bir barış ortamına sahip olan Batı’da yaşanan son gelişmeler bu ülkelerin de istikrarsızlığa savrulabileceği yorumlarına neden oluyor. ABD’de aşırı sağcı ve İslamofobik olarak nitelendirilen Donald Trump’ın başkan seçilmesinin ardından Avrupa’da da yabancı düşmanı partilerin iktidara gelmesi ihtimalinin artması Batı’nın kendi içerisinde gerginlik ve çatışmaya sürüklenebileceğini gösteriyor. Batı’da İslamofobi ve yabancı düşmanlığının bu şekilde artması Avrupa ülkeleri ve ABD’nin İslam dünyasına yönelik politikalarının da daha sertleşeceğini gösteriyor.
Dünya bu şekilde güç politikası ve çatışmaların daha fazla öne çıkacağı bir döneme sürüklenirken Türkiye’nin kendisini bu yeni döneme hazırlaması gerekiyor. Bu hazırlığın birçok boyutunun olduğunu ifade etmek gerekir.
Öncelikle halkın bu yeni dönemin tehlikeleri konusunda bilgilendirilmesi ve Türkiye’nin karşı karşıya kalabileceği her türlü saldırı konusunda uyanık tutulması gerekiyor. Türkiye’ye yönelik tehditlerin sadece yanlış algılara dayalı olduğunu ileri süren kesimlere karşılık, bu tehditlerin çok gerçek olduğu, komşularımız Suriye ve Irak’ta yaşanan çatışmalara dikkat çekilerek anlatılmalıdır. Orta Doğu’da birilerinin Sykes-Picot düzenini kendi çıkarları doğrultusunda yenileme arzusunda oldukları ve bu yolda çıkacak yeni çatışma ve savaşların ne kadar insanın hayatını kaybetmesine yol açacağı konusunda herhangi bir hassasiyete de sahip olmadıkları görülüyor. Son bir yıl içerisinde yaşadığı terör saldırıları ve darbe girişimine rağmen, Türkiye’nin kendisini hedef alan tehditler konusunda savunmacı bir refleksle hareket etmesini abartılı bulanların Orta Doğu’nun uzun zamandır içinde bulunduğu, dünyanın geri kalan kısımlarının da hızlı bir şekilde sürüklendiği çatışma ortamını görmek istemediği anlaşılıyor.
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehdit ve saldırılar halka anlatılırken, etrafımızdaki sorunlara diplomatik çözümler bulunması için çabalar da artırılmalıdır. Suriye ve Irak sorunlarının Türkiye açısından çok ciddi güvenlik riskleri ortaya çıkardığı ve Rusya ve İran gibi ülkelerle arasında gerginliklerin artmasına yol açtığı düşünüldüğünde, bu sorunların diplomatik yollarla çözülmesi Ankara’nın ABD ve Avrupa karşısında hareket alanını genişletecektir. Ancak bu yapılırken Batılı ülkelerle bağların kopmamasına dikkat edilmeli ve Türkiye üzerinde etki potansiyeli yüksek olan küresel güçler birbiriyle dengelenmelidir.
[Türkiye, 7 Aralık 2016].