AK Parti 18 Ağustos Pazar günü (bugün) 6. Olağan Büyük Kongresini gerçekleştirecek. Büyük kongre, 2017 yılında daha alt düzeyde teşkilatlarda başlatılan “yenilenme” hamlesinin nihai noktasını oluşturuyor. Hatırlanacağı üzere Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Parti teşkilatlarına yönelik “metal yorgunluğu” eleştirisinin fitilini ateşlediği ve İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye başkanları başta olmak üzere bazı belediye ve teşkilat başkanlarının görevden alınmasıyla devam eden bir süreç yaşanmıştı. Bu süreçte aynı zamanda Mart 2019’da yapılması planlanan yerel seçimlere hazırlık kapsamında belde, ilçe ve illerde ana kademe, kadın ve gençlik kolları kongreleri ve aynı zamanda genel merkezde kadın ve gençlik kolları kongreleri tamamlanmıştı. Büyük kongrenin de Eylül 2018’de yapılması planlanıyordu. Ancak Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin Kasım 2019’dan 24 Haziran 2018’e alınması ve özellikle parlamento seçimlerinde arzulanan sonuçların elde edilememesiyle büyük kongre 18 Ağustos tarihine çekildi.
52 ülke devlet başkanına davet gönderilen ve 14 Ağustos (2001) gibi sembolik anlama sahip kuruluş yıldönümüyle birleştirilen büyük kongreden beklentiler de büyük. AK Parti’de artık geleneksel bir hal almış olan her kongrede parti yönetiminin yaklaşık yüzde 30-40’ının yenilenmesinin bu kongrede de kendisini tekrar etmesine kesin gözüyle bakılıyor. Gerçekten de AK Parti’nin başarısı, kendisini sürekli olarak hem siyaset hem de kadrolar açısından yenileyerek tecrübeyle yeniliğin dinamizmini sentezlemesi ve bunu yaparken de partinin kuruluş misyonu ve felsefesiyle güçlü bir devamlılığı sürdürmesinden geçmektedir. Partinin geniş toplum kesimleriyle kapsayıcı ve kopuşa izin vermeyen bir ilişki kurmasında bu faktörün rolü büyüktür.
6. Olağan Kongre aynı zamanda önümüzdeki kritik yerel seçimlere yönelik olarak parti teşkilatlarının ardından parti yönetimini de silkelemek ve 24 Haziran’la birlikte siyasette yaşanan köklü değişime uygun bir şekilde partiyi yeniden şekillendirmek gibi hedefleri de içermektedir. Özellikle yeni hükümet sistemini kökleştirmek ve uluslararası alanda artan güç mücadelesinde tam manasıyla milli birliği sağlamak adına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yerel seçimlerde en ufak bir kayba dahi tahammülünün olmadığını belirtmeye gerek yok. Yeni sistemin kökleşmesi ihtiyacının aciliyet kesp etmesi ve ülke üzerinde artan uluslararası baskılar, seçimleri çok daha kritik bir konuma getirmiş durumda. Böylesine hassas bir siyasi ortamda psikolojik kırılmaların etkisinin çok daha sarsıcı olacağı su götürmez bir hakikat.
Sosyolojik üstünlük
Aralıksız seçim galibiyetleriyle siyaset alanında hâkim parti konumunu sağlamlaştırarak ve bürokrasinin siyaset üzerindeki baskısını ortadan kaldırarak siyasi kırılganlığını atmış olsa da, özellikle kendisini destekleyen geniş toplumsal kesimlerin küresel bir boyuta sahip sermaye ve sermayenin yedeğinde iş tutan kültür-medya alanındaki görece zayıflığı nedeniyle AK Parti iktidarı kırılganlığını sürdürmektedir. Bu nedenle AK Parti, ülkede öncülük ettiği büyük ve sessiz devrimi gerçekleştirmeyi sürdürebilmek için psikolojik üstünlüğü sürekli olarak elinde tutmak zorunda olan bir siyasi aktördür –en küçük oy kaybının bile haddinden fazla büyütülmesi buna delalet etmektedir. Bunun yolu da sosyolojik üstünlüğü, yani çoğunluğun desteğini arkasında hissetmekten geçmektedir. Siyaset üzerinden iktidar mücadelesine dâhil olan –iktidar mücadelesinde siyasete alternatif odaklar bürokrasi ve sermayedir– bu partinin elindeki en büyük koz seçmenin ve geniş halk kitlelerinin sandıkta ve sokakta sunduğu destektir.
Tam da bu sebeple ulusal alanda muhalif iktidar odaklarının ve küresel güçlerin hedefinde AK Parti’nin bu sosyolojik üstünlüğü yer almaktadır. Bu noktada AK Parti ile geniş toplumsal tabanı arasındaki bağların zayıflatılması ve koparılması stratejisi takip edilmektedir. Kemalist iktidarın diriliğini koruduğu ve AK Parti’nin bürokratik vesayetin izin verdiği ölçüde siyasete hükmedebildiği dönemde (2002-2010), toplumun sözcülüğünü üstlenerek yerli-milli siyaset yürüten bir partinin iktidar olamayacağı, yani iktidarın asıl sahiplerinin, buna izin vermeyeceği tezi işlenmekteydi. Bu sebeple millete “oylarınızı boşa atmayın,” “ülkeyi gerilime sürüklemeyin” ve “sadece partiniz değil siz de kaybedersiniz” tarzında mesajlar verilmesi ve 2007’de “367 krizi” ve 2008’de AK Parti’ye açılan kapatma davasıyla pratiğe dökülmesi zihinlerde hala canlılığını korumaktadır.
AK Parti’nin bürokratik vesayeti geriletip iktidar alanını genişlettiği dönemde ise (takriben 2010 sonrası) AK Parti ile millet arasındaki bağlar “yolsuzluk”, “dar bir kesimi zengin etmek”, “Batı’yla çatışarak ülkenin güvenliğini tehlikeye atmak” ve “ülkenin varlıklarını yabancılara peşkeş çekmek” gibi iddialarla zayıflatılmak ve koparılmak istenmişti. Elbette aynı zamanda AK Parti’nin iktidarını genişleterek ve derinleştirerek toplumsal alanda kuşatıcılığını artırmasının önüne geçmek adına ideolojisiz ve kısmen de muhalif toplumsal kesimlere yönelik olarak AK Parti’nin ülkeyi “otoriterleştirdiği,” “dindarlaştırdığı,” “Batı ekseninden çıkardığı,” “Ortadoğu bataklığına sürüklediği” ve “çevreyi ve yaşamı katlettiği” tezleri de işlenmekteydi. Son dönemlerde ise AK Parti’nin sosyolojik tabanına yönelik olarak AK Parti’nin “adil ve hukuki bir yönetim ortaya koymadığı,” “mağduriyet yarattığı,” “Kemalist devletçiliğe teslim olduğu” ve “ekonomik çöküşe zemin hazırladığı” tezleri eklendi. Diğer toplumsal kesimlere yönelik olarak ise “laik Cumhuriyetin yıkıldığı,” “ülkenin yeniden saltanat yönetimine döndüğü” ve “yüzlerce yıllık bürokratik geleneğin altüst edildiği” iddiaları ileri sürülmektedir.
Ancak tüm bu baltalama çabalarına rağmen AK Parti geniş toplumsal kesimleriyle olan bağını korumakta ve sosyolojik üstünlüğünü sürdürmektedir. Bunun sonucunda da ülke siyasetini dönüştürmeye devam etmiş, milli iradeyi siyasetin merkezine yerleştiren bir kurumsallaşmayı hayata geçirmiş bulunmaktadır. Bu başarısızlığın muhalif kesimde nihilizme varan bir umutsuzluğa yol açtığı dile getirilmektedir. “Ne yaparsak yapalım kazanamayız” inancında somutluk kazanan yenilgi psikolojisinin muhalif kitlelerde yerleşik bir tavra dönüştüğü ve bu çaresizlik halinin de “uyduruk senaryolarla” yatıştırılmaya çalışıldığı tartışılmaktadır. Elbette medyasından siyasetçisine uluslararası güçlerin de bir türlü beklentilerin hayata geçmemesiyle çok daha açıktan düşmanlıklarını gösterdiği ve giderek hırçınlaştıkları ve pervasızlaştıklarını da burada zikretmek gerekir. O halde sormalıyız, neden AK Parti ile millet arasındaki bağ bir türlü zayıflatılamamakta ve koparılamamaktadır? Hatta son dönemde ekonomik kriz üreterek AK Parti’nin sosyolojik üstünlüğünü sona erdirme stratejinde de açıkça gözlemlediğimiz gibi, gayrı-milli muhalif kesimlerin ve uluslararası güç odaklarının girişimleri neden tam tersi etki yaratarak AK Parti ile millet arasındaki bağları daha da güçlendirmektedir?
Bu soruların cevabı, AK Parti’nin toplumsal-siyasi düzende hangi yapısal boşluğu doldurduğu ve hangi temel ihtiyacı karşıladığı meselesinde gizlidir. Türkiye’de siyasetin modernleşmeye başladığı 19. yüzyıldan günümüze en önemli meselesi, bir siyasi aktör olarak ortaya çıkan geniş toplum kesimlerinin siyasi düzende nasıl bir konumda olacağı ve yerleşik iktidar ilişkilerine zarar vermeden siyasi düzene nasıl entegre edileceği olagelmiştir. Bunun temel sebebi, modernleşmenin daha önce bir bütünlük arz eden devlet ile toplumu birbirinden ayrıştırarak iki bağımsız siyasi olguya dönüştürmesi ve bunları karşı karşıya konumlandırmasıdır. Modern dönem öncesinde devlet ile toplum, siyasetin dışında konumlanan ve aşkın bir varoluşa sahip padişahın tasarrufunda bir bütünlük oluşturmaktaydı. Siyaseti tekeline alan padişahın rolü her bir unsuru yerli yerinde tutarak düzenin devamını sağlamaktı. Toplumun bu düzen içerisindeki rolü ise orduyu ve yönetici sınıfını besleyecek ve destekleyecek zenginlik üretmekti.
Kemalizm ve totaliterizm
19. yüzyılın küresel modernleşme dalgasını arkasına alan bürokrasi sınıfı ile eşraf ittifakının padişaha karşı kazandığı galibiyet, siyasete modern bir form kazandırdı. Dairesel bir düzen anlayışı yerini dikey bir düzen anlayışına bıraktı. Devlet zirveye yerleşirken, toplum da devlete zemin teşkil eden siyasi bir varoluşa büründü. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturu bu yeni siyasi formu ifade etmekteydi. Ancak bürokrasi ve eşraf ittifakı topluma egemenlik hakkını teslim etmek istemedi, devlet iktidarına cebren el koydu. Dolayısıyla, demokratik siyasetin en temel ilkesi olan “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturu padişahı ortadan kaldırma ve devlet iktidarına çökmek için araçsallaştırılan bir unsur olmanın ötesine geçemedi. Böylece, Türkiye’de modern dönemde siyaset demokrasi-totaliter cepheleşmesinde üç aktörün –bürokrasi, sermaye ve geniş toplum kesimleri– mücadelesine sahne oldu.
Devlete el koyan Kemalist bürokrasi ve sermaye ortaklığı geniş toplum kesimlerini siyasetin dışında tutmaya yönelik olarak “totaliter” bir siyaset geliştirdi. Totaliter siyaset temelde toplumun bürokrasi ve eşraf iktidarını kabul etmesi, yani modernleşmeyle kazandığı siyasi rolünü reddetmesini öngörüyordu. Bunu sağlamanın iki yolu vardı: Asimilasyon ve dışlama. Asimilasyon, “eğer devlet elitlerinin öngördüğü laik-milliyetçi kimliği içselleştirirse toplumun siyasi rolünün bir anlamı kalmaz” anlayışını hayata geçirmeye yönelikti. Dışlama ise laik-milliyetçi kimliğe direnç gösterilmesi durumunda siyasi topluluğun dışında tutulmakla tehdit edilmeyi kapsıyordu. Dışlama, pratikte tüm devlet imkanlarından mahrum olmak demekti. Devletçilik esasına göre düzenlenmiş, üretilen zenginliğin ve kaynakların devlet tarafından dağıtıldığı ekonomik ve toplumsal düzende bunun sonuçları oldukça ağırdı.
Toplum yönetilen konumunu reddedip siyasi rolünü hatırladığında ise baskı politikalarıyla karşı karşıya kalıyordu. Tek parti dönemi bürokrasiyle devlet iktidarını özdeşleştiren totaliter siyasetin başarılı olduğu yıllardı. Bu siyasetin hem ulusal hem de uluslararası gelişmeler neticesinde sürdürülemez hale gelmesi zorunlu olarak -Cumhuriyet elitlerinin nazarında toplum henüz demokrasiye hazır değildi, çünkü devrim yasalarının öngördüğü toplumunun laik, milliyetçi kimliği tam olarak benimsemesi gerçekleşmemişti- çok partili hayata geçişe yol açtı. Bu dönemde toplum başka araçlarla devletin dışında tutulmaya çalışıldı. 1961 ve 1982 Anayasaları vesayet kurumları oluşturarak bunu gerçekleştirmeye çalıştı. Vesayet kurumları yetersiz kaldığında ise doğrudan askeri ve yargı üzerinden bürokratik müdahaleler gerçekleşti. Özetle 80 yılı aşkın bir süre toplum büyük oranda devletin ve siyasetin dışında bırakıldı. Bu dışlama neticesinde ekonomik ve kültürel anlamda dezavantajlı bir konuma itilmiş oldu.
1990’ların sonunda toplum itirazlarını daha yüksek sesle dillendirmeye başladı. Bunun karşılığında çok sert bir cevap aldı. Ancak 28 Şubat süreci toplumun iktidar istencini söndüremedi ve bu seferki adresi AK Parti oldu –Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Görüş partileri ve Anavatan Partisi daha önceki adreslerdi. Bir siyasi olgu olarak AK Parti’yi ortaya çıkaran ve iktidara getiren temel faktör siyasi sistemdeki bu tarihi arızanın henüz giderilmiş olmamasıydı. AK Parti 16 yıllık iktidarı boyunca bu arızayı giderme mücadelesi verdi. Kabaca iki döneme ayırabileceğimiz AK Parti iktidarı ilk dönemde (2002-2010), toplumu siyasetin dışında tutan bürokratik vesayeti tasfiye etti. İkinci dönemde (2010-?) ise bu milli iradeyi merkeze alan demokratik bir siyasi formu hayata geçirme ve bu dönüşüme yönelik statükocu tepkileri püskürtme mücadelesi verdi.
Milli irade siyaseti
Bu statükocu tepkiler zamanla uluslararası bir boyut kazanmaya başladı. İç siyasi alandaki iktidar mücadelesi, AK Parti ve milletin direnciyle sönümlendikçe mücadele uluslararası alana taşınmaya başlandı. Ayrıca, ulusal alandaki demokratikleşme sürecinin dış politikaya yansımasının uluslararası alanda bağımsızlık arayışı olması kaçınılmazdı. Bu yüzden toplumun geniş kesimlerinin Cumhuriyet mitingleri (2007), Gezi olayları (2013), 17-25 Aralık (2013) ve 15 Temmuz (2016) darbe girişimlerine verdiği tepki ile “one minute” vakasında (2009), “Dünya beşten büyüktür” (2014) iddiası gündeme getirildiğinde, Fırat Kalkanı (2016) ve Zeytin Dalı (2018) operasyonlarında ve en son olarak ABD’nin ekonomik ambargosuna verdiği tepkinin aynı olması, yani AK Parti iktidarının arkasında durması gayet normal bir durumdur.
AK Parti’nin siyaset sektöründe demokratikleşmeyi, yani siyasi ve hukuki eşitlenmeyi büyük ölçüde gerçekleştirdiği göz önüne alındığında, bundan sonraki süreçte geniş toplum kesimleriyle bağını devam ettirebilmesi ülkede sosyolojik eşitlenmeyi daha ileri boyuta taşımasından geçmektedir. AK Parti’nin 16 yıllık iktidarı boyunca ekonomi ve kültür alanında toplumsal kesimler arasındaki uçurumu kapamaya çalıştığı bir gerçektir. Ancak özellikle ekonomide pastanın istenilen ölçüde büyütülememiş ve adil paylaşım mekanizmalarının yeterince hayata geçirilememiş olması milli irade siyasetinin bu ikinci ayağında gereken dönüşümün gerçekleştirilmesine engel olmuştur. AK Parti iktidarının önündeki temel meydan okuma ekonomik büyüme ve adil paylaşım ve uluslararası alandaki bağımlılık ilişkilerini aşmaktır. AK Parti bu hedefleri gerçekleştirme mücadelesi verdiği sürece milletin desteğini arkasında bulmaya devam edecektir. Milli irade siyaseti istenen sonuçları verdikçe de uluslararası siyasette Türkiye otonom ve güçlü bir aktöre dönüşecek ve muhalefette kimlik krizi daha da derinleşecek ve kopuşlar başlayacaktır.
[Star, 18 Ağustos 2018].