15Temmuz’un ardından gündeme gelen “Yenikapı ruhu”nun iki temel boyutu vardı, siyaset kurumuna dışarıdan her türlü askeri veya sivil müdahalelerin reddedilmesi ve en geniş haliyle milliyetçi-muhafazakar çizginin siyasetin merkezini tanımlaması. CHP’nin her iki boyutta da en başından itibaren Yenikapı ruhuyla sorunlar yaşayan bir parti olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Açımlayacak olursak, ülkeyi uzun yıllar yöneten bürokratik elit ve sayısal azınlıktaki laik orta sınıfın siyaset kurumundaki temsilcisi olarak demokratik siyaseti tam anlamıyla benimsemesi pek mümkün olmadı. İktidarın serbest ve adil seçimlerle belirlendiği demokratik siyaset yerine, siyaset dışı müdahalelerin norm haline geldiği ve ülkeyi kimin yöneteceğinin ideololojik “seçkinlik” üzerinden belirlendiği vesayetçi oligarşik bir siyasetin yanında oldu. Dolayısıyla, demokratik siyasetin savunulmasını temsil eden Yenikapı ruhunu kucaklaması CHP açısından kabul edilemez bir durum, sınıfsal-ideolojik çıkarları açısından ise tam bir çelişkiydi.
Aynı şekilde ideolojik açıdan ise CHP kendisini, ülkede yeni orta sınıfları bir araya getiren milliyetçi-muhafazakar siyasetin dışında ve karşısında konumlandırmaktadır. Yeni orta sınıflar çevreden merkeze akarak ülkede iktidar paylaşımının yeniden yapılmasını talep eden sosyolojik güç olarak karşımızda durmaktadır. Siyasi-toplumsal muhatap ise, azınlıkta olmasına rağmen iktidarı, yani ülkedeki maddi ve sembolik kaynakların büyük çoğunluğunu elinde tutan ve kullanan Kemalist bürokratik elit ve laik orta sınıflardır. CHP’nin sosyolojik tabanı elindeki güç ve kaynaklardan vazgeçmemek adına AK Partili yılların ilk döneminde “laiklik elden gidiyor” söylemi, bu söylemin tutmaması üzerine ise takip eden dönemde “demokrasi elden gidiyor” söylemi ile kendi iç bütünlüğünü sağlama ve kendisine toplumda müttefik bulma -mesela laik-milliyetçi PKK-HDP- mücadelesi içerisinde oldu.
ÖNEMLİ BİR KIRILMA
Yeni orta sınıfları ve onların temsilcisi konumundaki AK Parti’yi ilk yıllarda uzun yılların vermiş olduğu muktedir pozisyonun etkisiyle kibirli bir şekilde Kemalist devletin bünyesine sızmış “tehlikeli bir virüs” olarak gördü. Bunun geçici bir durum arz ettiği fikrini işledi. İktidarın peyderpey elden kaymasıyla bu sefer kendi varlığını tehdit eden “aşılması güç bir canavar” olarak algılamaya başladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik nefrette somutlaşan bu algı öyle bir inandırıcılık kazandı ki, 2013’te Gezi olaylarıyla laik orta sınıflar sokağa çıkıp kolektif olarak somut tepkilerini gösterme noktasına geldi. Dolayısıyla, milliyetçi-muhafazakar toplumsal grupların çıkarlarının savunulduğu bir yerde CHP’nin bulunmasının siyasi-sosyolojik açıdan anlaşılabilir herhangi bir sebebi yoktu.O halde, CHP hiçbir zaman sahici anlamda Yenikapı ruhuna dahil olmadı, o sebeple bu ruhu terketmesi de söz konusu değildir. Ancak CHP’nin önemli bir kırılma yaşadığı da doğrudur. Bu kırılma, “Yeni CHP” projesinin çökmesi ve “geleneksel CHP”nin hortlamasına işaret etmektedir. Yenikapı mitingi bu bağlamda önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
YENİKAPI’YA NEDEN GİTTİ?
Açık konuşmak gerekirse, milliyetçi-muhafazakar bloğun dağıtılması ve siyasetinin zayıflatılması, her ne şekilde ve kim tarafından olursa olsun, ne Yeni ne de geleneksel CHP’nin pek de rahatsız olacağı bir durum değildir. Öyleyse, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 7 Ağustos’ta Yenikapı’da düzenlenen “Demokrasi ve Şehitler Mitingi’nde ne işi vardı?Bu soruyu ilk soran CHP’nin kendi parti mensupları oldu. Kılıçdaroğlu’nun Beştepe ve hükümetin mitinge katılım davetini gönülsüzce de olsa kabul etmesi parti içerisinde rahatsızlık yarattı. CHP’nin sokaktaki sesi Birleşik Haziran Hareketi “Kılıçdaroğlu Yenikapı Mitingi’ne katılmaya evet diyerek, gerçek demokrasiye ve laikliğe hayır dedi” açıklaması yaptı. Parti içerisinden bir yetkili ise “Bu kararın MYK tarafından alındığını söylüyorlar. Ancak ben şu anda saha çalışması yapıyorum. Tabanımızdan, parti örgütlerinden gelen bilgi mitinge katılmamak doğrultusunda” şeklinde konuşuyordu. Laikçi siyaset üzerinden CHP ile flörtleşen HDP de aynı soruyu soruyor ve yaşanılan hayal kırıklığıyla duygusal tepkiler veriyordu. HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada CHP’yi 7 Haziran sonrası AK Parti ve MHP ile birlikte “Kürt karşıtı blok” kurmakla ve bunu 7 Ağustos’la devam ettirmekle suçluyordu.
BOŞLUĞA KONUŞUR GİBİYDİ
Bu eleştirilere bıyık altından gülen Kılıçdaroğlu, mitingi Yeni CHP’den vazgeçişin bir gösterisi olarak kullanma yoluna gitti. Sanki bir boşluğa konuşuyormuş edasıyla kalabalığa seslenen Kılıçdaroğlu, cumhuriyet, laiklik, demokrasi ve parlamenter sisteme sahip çıkılmasına vurgu yaptı. Konuşma orada bulunmayan laik orta sınıfın temel siyasi argümanlarını ön plana alarak, Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasıyla partide yaşanan “sağa açılma” ve popülist siyasetin adeta sonuna gelindiğini ilan ediyordu. Hatırlanacağı üzere “Gandi Kemal” olarak kamuoyuna takdim edilen Kılıçdaroğlu ile birlikte CHP, kendi geleneksel sosyolojik tabanının sınırlarını aşarak yeni orta sınıflar ve alt sınıflara açılma politikası gütmeye başlamıştı. Bu dönemde CHP özellikle yolsuzluk iddiaları, gelir dağılımındaki eşitsizlikler ve temel hak ve özgürlüklerde yaşanan sıkıntılar üzerinden bu toplumsal kesimleri AK Parti’den uzaklaştırmak ya da daha iyi bir ihtimalle kendi yanına çekme siyasetini ortaya koymuştu. Bunun yanında CHP, bu süreçte yapılan her seçimde PKK-HDP ve FETÖ ile zaman zaman taktiksel ittifaklar kurdu. Bu pragmatist siyasetin tüm amacı AK Parti’yi zayıflatmak ve ülkedeki sosyolojik dönüşümü ve bu dönüşümün dayattığı yeniden iktidar paylaşımını ve kurumsallaşmayı kontrol altına almak ve durdurmaktı. Ancak 7 Ağustos öncesinde gelinen noktada CHP, PKK-HDP’nin terör faaliyetlerine açıktan yapması ve hızlandırması ile önemli bir müttefikini kaybetmiş oldu. CHP’li seçmenlerin önemli bir kısmında, özellikle 7 Haziran öncesi dolaşıma sokulan “solcu cici çocuk” Selahattin Demirtaş figürü ve “Türkiyelilik” söylemiyle kabul edilebilir konuma gelen HDP, artık meşru bir siyasi müttefik olma şansını kaybetti. CHP FETÖ’nün el yükselterek 15 Temmuz’da darbeye kalkışması ve başarısız olmasıyla AK Parti’yi sıkıştırma ve bölmek için işbirliği yaptığı önemli başka bir müttefikini de yitirdi. Gerçekten de, son 3-4 yılda CHP siyasetinin söylemsel ve pratik mühimmatı -MİT tırları, Gezi kalkışması, 17-25 Aralık gibi- nerdeyse tamamıyla FETÖ tarafından sağlanmaktaydı.FABRİKA AYARLARINA DÖNÜYOR
Neticede, yine önemli bir nokta olarak, PKK terörünün kontrol altına alınması, FETÖ darbe girişimin püskürtülmesi ve MHP’nin millet iradesi yanında saf tutmasıyla siyasi arenada oyun dışı kalmamak ve marjinalleşmemek için Kılıçdaroğlu mecburen Yenikapı’ya gelmek zorunda kaldı. Ayak sürüyerek gelinen mitingde Kılıçdaroğlu’nun heyecansız konuşması ve miting alanını dolduran kitlelerinin aynı şekilde konuşmayı protesto eden tavrı bu zorakiliği gözler önüne seriyordu. CHP milli iradeden, milli irade de CHP’den bir beklenti içerisinde olmadığını adeta deklare ediyordu. İşin tek iyi tarafı duyguların karşılıklı olmasıydı.Hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde 15 Temmuz’un hararetinin düşmesiyle CHP yeniden fabrika ayarlarına dönme eğilimi göstermeye başladı. Bu dönüşüm sadece son 3-4 yılda kazanılan müttefiklerin kaybedilmesiyle çöken bir siyasetin sonucu değildi. Aynı zamanda, Kılıçdaroğlu liderliğindeki Yeni CHP’nin kendi sosyolojik tabanının dışına açılma siyasetinin, yani bizzat Yeni CHP projesinin çökmesi anlamını da taşıyordu. Bir başka ifadeyle, Yeni CHP’nin siyaseten imkansız bir proje olması CHP’nin fabrika ayarlarına dönmesiyle sonuçlanmış oldu. Bu imkansızlık yukarıda da belirttiğimiz gibi, iktidardan eşit pay isteyen toplumsal kesimlerin hiçbir şey almadan bu taleplerinden vazgeçmesini amaçlayan absürd bir siyaset olmasından kaynaklanıyordu. Kılıçdaroğlu’nun zaman zaman bir türlü ikna olmayan ya da daha doğru bir ifadeyle kandırılamayan köylü ve işçilere yönelik hakaret sınırlarına varan “bize oy vermiyorsunuz” serzenişleri ve parlamaları bu çaresizliğin duygusal dışa vurumu olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla, 15 Temmuz sonrası dönemde 1 Kasım 2015 genel seçimlerindeki ağır mağlubiyetle bir süredir gündemde olan laikçi siyaset kesin bir şekilde geri dönmüş oldu. Yeni CHP’nin kötü popülizminin, sağa açılma siyasetinin çöküşüyle geleneksel CHP’nin laiklik merkezli yegane siyaseti yeniden güçlenmeye başladı. Bir toplu taşıma aracında şortlu bir kadının saldırıya uğraması olayının, laiklik söylemiyle CHP’ye yandaş medya organları tarafından siyasileştirilerek milliyetçi-muhafazakar kesimlerin 15 Temmuz sonrası kazandığı özgüveni hedef alması bunun emarelerindendi. Yine aynı şekilde, “muhalif liseliler,” AK Parti ile “cihatçı” DAEŞ bağlantısı, İHL karşıtı haber ve medya kampanyalarıyla bu laiklik odaklı yeni siyasetin yelkenlerine rüzgar pompalanmaya başlandı.
SONUNDA FETÖ’YÜ KEŞFETTİ
Tam da bu noktada, merkez medyanın, özellikle de Doğan grubunun üzerine gidilmesi anlam kazanmaktadır. Keza laikliğin yeniden siyaseti ve ülkedeki kamplaşmayı belirleyen sınır çizgisi olması ancak merkez medyanın da bu söylemi satın almasıyla mümkündür. Merkez medyanın ayak diremesi karşısında, hükümet ile Doğan medya grubu arasındaki e-posta yazışmalarının ele geçirilerek sızdırılması yoluyla Doğan grubuna şantaj yapıldığı ya da daha spesifik olarak hükümetle iyi ilişkiler içerisindeki Mehmet Ali Yalçındağ’ın konumundan tasfiyesinin amaçlandığı görülmektedir. Elbette bir yandan da özellikle elde kalan son iktidar odağı olarak yargıya yönelik OHAL kapsamında çıkarılan KHK’lerin AYM’ye götürülmesi de burada not edilmelidir.Daha da ötesi, günümüzde CHP’nin sonunda FETÖ’nün “dinci” bir örgüt olduğunu keşfetmesi söz konusudur. AK Parti ile FETÖ arasında geçmiş dönemlerde yaşanan siyasi yakınlaşma tartışmaya açılarak ve bu yakınlaşmanın zemininin de din, cemaatler ve tarikatlar olarak sorunsallaştırılması laiklik siyasetine hizmet etmektedir. Ergenekon ve Balyoz davalarına adı karışmış figürlerin medya organlarında boy göstermesi ve kişisel dramlar üzerinden Kemalizm güzellemesi yapmaları, bu kişisel dramların siyasallaştırılarak toplumsal bir propagandaya dönüştürülmesi söz konusudur. Kemalizm’in yeniden siyasi topluluğun ideolojik zemini olması ve bu ideolojik zemin üzerinde tekrardan spesifik bir hukuki ve politik-etik bir düzenin inşa edilmesi ve nihayetinde bu hukuki-politik-etik yapının da kurumsallaşarak tekrardan Kemalist rejimin restore edilmesi gündeme getirilmektedir.
Lakin FETÖ üzerinden dini hassasiyetlere sahip milliyetçi-muhafazakar siyasetin tasfiye edilme çabasının halk nezdinde bir karşılığının olduğunu söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Kamuoyunda FETÖ algısı, FETÖ’nün dini kötüye kullanan ve araçsallaştıran bir terör örgütü olması şeklindedir. Dolayısıyla, “dinci” FETÖ’nün kaybetmesi otomatikman “laikçi” Kemalizm’in kazanması anlamına gelmemektedir. Daha da ötesi, FETÖ ile Kemalizm milli iradeye saygı duymayan otoriter siyaset tarzları ve “yerli ve milli” siyasi duruşa mesafeli olmaları nedeniyle halkın zihninde yan yana düşmektedir. Yani, “dincilik” ve laikçiliğin” ötesinde bu iki ideoloji, Kemalizm ve Gülenizm halkın nazarında ortak bir zemine sahiptir. FETÖ’nün kaybetmesi Kemalizm’in, yani CHP’nin de kaybetmesi demektir. Her ikisinin kaybetmesi de otoriterliğin kaybetmesi, milli irade ve demokrasinin kazanması demektir.
Nasıl ki milliyetçi-muhafazakar yeni orta sınıflar önceki yıllarda Kemalist vesayet karşısında Erdoğan ve AK Parti liderliğinde büyük bir direnç gösterdiyse; 15 Temmuz, sonrasında “demokrasi nöbetleri” ve nihayet 7 Ağustos Yenikapı mitingi ile de Gülenist vesayete karşı dik duruş sergilemiştir. CHP’nin FETÖ üzerinden AK Parti’yi ve dini toplumsal dokuyu vurma siyaseti de, yeniden laiklik merkezli siyaseti de bu toplumsal kesimlerin direncini kırmaktan oldukça uzaktır. Tek sevindirici haber, CHP’nin yeniden laikliğe dönerek kendi sınıfsal siyasetine sahip çıkmasının daha marjinal ve daha kutuplaştırıcı ancak daha sahici bir CHP’yi ortaya çıkaracak olmasıdır.
[Star Açık Görüş, 2 Ekim 2016].