ABD Başkanı Donald Trump göreve gelir gelmez Amerika’da faaliyetlerini sürdürmekte olan şirketlerin üretimlerini ABD’ye kaydırmaları konusunda uyarılarda bulundu. Bu uyarılara uymayan şirketlerin bir kısım faaliyetlerine sınırlama getirilebileceğine dair de açık sinyaller verdi. Bazı şirketler bu çağrıya uyarak üretimlerini ABD’ye kaydıracaklarını açıkladı, ancak Amerika’nın oldukça rekabetçi olduğu teknoloji firmaları bu çağrıya sıcak bakmadılar. Amerika açısından bu tavrın yalnızca istihdamı artırma kaygısı ile geliştirildiğini düşünmek gerçekçi bir yaklaşım değildir çünkü ABD son aylarda istihdam verileri açısından iyi görünümdedir. Asıl konu dünyadaki mevcut liberal ticaret rejiminin geleceği ile ilgili soru işaretleridir.
ABD kendisi açısından rekabetçiliğini kaybettiği ve büyük oranda ticari açık verdiği alanlarda açığını kapatmak için rekabeti önleyici tedbirler almaktadır.Bu yaklaşımın farklı formatlarla yaygınlaşması ihtimali ABD ile ticaretten en fazla istifade eden Çin, Japonya, Kore, Meksika ve Brezilya gibi ülkelerde kaygı uyandırmakta. ABD bu yaklaşımını başta Çin olmak üzere yükselen güçleri frenlemek için de stratejik bir şekilde işlevselleştirmektedir. Benzer bir yaklaşımın yükselen ekonomilerle rekabet konusunda zorlanan Batılı ülkelerin genelinde yaygınlaşması ihtimali ise hiç de uzak bir senaryo değildir.
EKONOMİK MİLLİYETÇİLİK
Trump yönetimi göreve gelir gelmez ilk iş olarak ABD’nin Trans Pasifik Ortaklığından (TPP) ayrılacağını açıklaması sürpriz olmadı. Trump Yönetimi Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’na (NAFTA) da eleştiriler yöneltmesi, ABD’nin kendi açısından yeterince avantajlı olmayan serbest ticaret anlaşmalarına dair olumsuz tavrını ortaya koydu. Uluslararası kurumlara karşı da mesafeli tavrı ile bilinen Trump, aslında ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturmaya çalıştığı liberal düzenin altını usulca oymaktadır. ABD’de son dönemde belirginleşmeye başlayan bu yaklaşımı Avrupa’da yükselişte olan sağ ve sol popülist parti ve liderlerde de karşılık bulmaktadır. Serbest ticaret/ rekabet, mal, hizmetler ve emeğin serbest bir şekilde dolaşımı kendileri açısından eskisi gibi avantajlı olmamaya başlaması ekonomik milliyetçiliği, korumacılığı ve göçmen karşıtlığını körükleyen önemli bir faktördür. Ancak kendi ülkeleri menşeli birçok çok uluslu şirket kritik alanlarda oldukça rekabetçidir ve göçmenler bu sektörlere önemli katkılarda bulunmaktadır.
Trump’ın söylem ve uygulamalarında ortaya konan ekonomik milliyetçilik yaklaşımının stratejik ve siyasi bir boyutu da vardır. Bu stratejinin arka planında yükselen güçlerin kalkınma hızlarını yavaşlatma ve hatta durdurma kaygısı da mevcuttur. Böylesi bir yaklaşımın ana akım haline gelmesinin, ticaret savaşlarına ve ardından da siyasi çatışmalara neden olabileceğini tahmin etmek gerçekçi bir öngörüdür.
ABD Obama yönetimindeyken çıkarlarını uluslararası örgüt ve normlar üzerinden kullanmayı tercih ediyordu. Bu yolla ABD çıkarları savunulurken uluslararası sistemdeki aktörlerin rızası da kazanılmaya çalışılmaktaydı. Trump’ın ABD çıkarlarını önceleyen stratejisi ise ortak çıkarları, normları ve işbirliğini yeterince dikkate almamaktadır. Karşılıklı çıkarları ön palana çıkaran uluslararası işbirliğini ikinci plana iten ve gerektiğinde rekabeti önleyici bu yaklaşım yeni dönemde daha fazla karşımıza çıkacaktır. Liberal dünya vurgusu, insan hakları söylemi, demokratikleşme, serbest ticaret ve açık ekonomilerin Batı dışına yayılması artık ABD ve AB’ye görece bir avantaj sağlamamakta. Bu nedenle bu liberal vaatler yerlerini tedrici olarak göçmenlere karşı dışlayıcı milliyetçiliğe ve ekonomik korumacılık yaklaşımına bırakabilir.
KORUMACILIĞIN YENİ BİÇİMLERİ
Dünya 2007-2008 ekonomik krizinin ardından yeni bir dönemece girdi. Bu yeni dönemde ekonomik ve kültürel küreselleşmeye ve liberal siyasi değerlere dair daha mesafeli, hatta daha eleştirel bir bakış açısı hakim hale gelmeye başladı. Barack Obama, Angela Merkel gibi liderler ve G20 gibi yapılar bu dönüşümü yönetebilmek ve liberal söylemlerin geçerliliği sürdürebilmek için adımlar attı. Atılan bu adımlara rağmen liberal kurumların, değer ve normları içlerinin hızla boşalmakta olduğunu tecrübe etmekteyiz. Brexit kararı, Donald Trump’ın ABD’de başkan seçilmesi ve Avrupa’da aşırı sağın hızlı yükselişi liberal değerlerden hızlı kopuşun bir göstergesidir. AB ve ABD’de ekonomik alanda yeni korumacılık uygulamaları; siyasi alanda ise göçmenler ve Batılı olmayan siyasi figürlere dair ikili/ ayrımcı bir muamele tarzı norm haline gelmeye başlamıştır.
Terör tehdidi bahanesi ile Türkiye dahil sekiz ülkenin havayollarının ABD’ye direkt uçuşlarında elektronik cihazların sınırlandırılması uygulaması ekonomik alanda yeni nesil bir korumacılık uygulaması olarak ele alınmak durumundadır. Bu karar serbest rekabeti önlemek için alınmıştır ve meşhur Amerikan, Alman, Hollanda, Fransız ve İngiliz havayolu şirketlerine haksız rekabet imkanı sağlayacaktır. Ekonomik milliyetçilik kendini “yeni korumacılık” yöntemleri ile üretmektedir. Bu yeni tarz korumacılık uygulamaları küresel eşitsizlikleri daha da belirgin hale getirebilir. Öte yandan adı geçen sekiz ülkenin güvenliği konusunda tereddütler oluşturularak bu ülkelerin itibarları sarsılmaktadır. Bu kararın asıl önemli boyutu ise benzeri kararların diğer alanlara da yayılma riskidir.
Üretim, istihdam ve güvenlik alanlarındaki standartlar ve normlar önceki dönemlerde serbest ticareti destekleyici bir şekilde kullanılmaktaydı. Bugün için yeni kurgulanmaya çalışılan standartlar ve istisna oluşturma çabaları serbest rekabeti ve eşitliği sınırlamak için kullanılmaya başlamıştır. Sıradan konuları “güvenlikleştirme” pratiği ve oyun kurallarını değiştirecek yeni “standartların” icat edilmesi korumacılığın yeni türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Referandum bağlamında ‘Evet’ kampanyası yapan Türk siyasetçilerin Avrupa’daki faaliyetlerinin çeşitli bahanelerle kısıtlanması da bu yaklaşımın bir yansımasıdır. Türk siyasetçilere farklı standartların uygulanması ve hukukun geçici olarak devre dışı bırakılması bu bakış açısının bir uzantısıdır.
Güvenlik kılıfı altında korumacılık önlemleri geliştirmek yeni dönemin yaygın yöntemi haline gelebilir. Serbest ticaretten en fazla istifade eden Batılı şirketler şimdi rekabet avantajlarını kaybettikleri için rekabeti önleyici dolaylı hamleler yapmakta. Benzer şekilde kendi çıkarları ile uyumlu olmayan siyasi ve sosyal faaliyetleri havadan gerekçelerle sınırlayabildikleri tecrübe edilmekte. Sıradan konuları “güvenlikleştirerek” siyasetçilerin gündemine sokuyor ve çeşitli lobiler aracılığı ile bu yönde kamuoyu algısı oluşturuyorlar. Güvenlik söz konusu olduğunda ise diğer çıkarlar ikinci plana itildiği için sağlıklı bir değerlendirme de yapılamamakta.
Sömürgeciler 19. yüzyılda, sömürge sistemlerine dahil edemedikleri ülkelere imtiyaz “anlaşmaları” ve kapitülasyonlar dayatarak bazı kritik hammadde ve ürünlerde kendi tekellerini oluşturmaktaydı. İçeriden ve dışarıdan gelecek rekabeti de bu yolla engelleyebilmekteydiler. Batılı büyük güçlerin hızlı sanayileşmelerinde hammadde ve pazar teminlerinde bu anlaşmaların rolü büyük olmuştur. Bugün ise geçerliliği tam olarak test edilemeyen normların dayatılmaya çalışılması, belirli ülkelere güvenlik uyarıları yapılması ve bu ülkelerin firmalarına karşı güvenlik bahaneli kısıtlar getirilmesi yeni korumacı uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. 21. Yüzyılın kapitülasyonları olarak tanımlanabilecek rekabeti önleyici “güvenlik” tedbirlerine karşı daha duyarlı ve hazırlıklı olmak durumundayız. Bu ilk dalga deneme olacak ve güçlü tepki verilmezse başka alanlara da yayılabilir.
Rekabet sorununu “güvenlikleştirme” yolu ile aşmaya çalışan ülkelere benzer şekillerde karşılık vermek meselenin hassasiyetini karşı tarafa hissettirmek açısından kritiktir. Örneğin obezite ve diyabet gibi sağlık sorunları ile mücadele ve “gıda terörünü” önlemek için Amerikan fastfood şirketlerine; karbon salınımı nedeniyle “çevre terörünü” engellemek için Alman otomotiv şirketlerine “kamu yararına” bazı kısıtlamalar getirilmesi tartışmaya açılabilir. Benzer şekilde siber güvenlik ve veri güvenliğini sağlama açısından Amerikan bilgi teknolojileri ve teknoloji şirketlerine çeşitli kısıtlamalar getirilebilir. Bu kısıtlamalar güvenlik nedeniyle temellendirildiğinde kamuoyundan tepkiler azaldığı görülecektir. Ancak bu tarz yaptırımlarda kısmi gerçeklik payı olsa da kamuoyu ve karar alıcılar nezdinde samimi bulunmayacaktır. Bugün için belli ülkelere karşı uygulanan yeni korumacı tedbirler ve ayrımcı uygulamalar konusunda farkındalık olmazsa ve bu uygulamaları önlemeye yönelik adımlar erken dönemlerde atılmazsa özellikle Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkeler ciddi zararlarla karşı karşıya kalabilir. Bu dayatmalar işte o zaman Türkiye ve diğer kalkınmakta olan ülkeler açısından gerçek bir güvenlik sorununa dönüşebilir.
[Star Açık Görüş, 1 Nisan 2017].