Siyasal partilerin teorik olarak toplum içerisindeki sosyal farklılıklara denk geldiği bilimsel bir tespittir. Toplumsal yapıda ana hatlarıyla bir ayrışma olabileceği gibi her ayrışan yapı kendi içinde alt bölünmeler yaşayabilir. Kendi içindeki farklılıkları her şeye rağmen tek bir pota içinde tutabilen siyasal oluşumların ülkeyi yönetme süresi ve kapasitesi de her zaman fazla olur. Bölünmelerin nedeni pragmatik olabileceği gibi ideolojik de olabilir. Türkiye’nin 1950 sonrası yaşadığı çok partili siyasal yaşam bu açıdan önemli veriler sunmaktadır. Genel olarak sağ-sol, muhafazakâr-seküler veya merkez-çevre kavramları etrafında tarif edilen toplumsal farklılaşma aslında her iki yapı açısından bir bütüne işaret etmemekte ve kendi içinde alt bölümlere ayrılmaktadır.
Bu kesimlerin Türkiye’yi yönetebilme konusunda yetki alabilmesi ise toplumla kurdukları ilişkinin doğrudan bir sonucu olarak temerküz etmektedir. İktidar olan partinin temsil ettiği kesimlerin bir arada kalabilme konusundaki iradesi Hükümet etme süresini uzatmakta, iç ve dış odaklardan gelen müdahalelere ve meydan okumalara direnme konusunda güç vererek hizmet etme kapasitesini artırmaktadır.
Bu bağlamda Erdoğan’ın 3 Kasım 2002’den bu yana Türkiye’yi yönetme başarısının arkasındaki gerekçelere bakıldığında yakın siyasi tarihimizin alışkanlıklarından biri olan “partilerde ve sosyal tabanlarda parçalanma” alışkanlığını durdurmuş olması dikkat çekmektedir. Erdoğan bir taraftan AK Parti’nin kendi içinde bölünmesine yönelik girişimleri engellemiş, diğer taraftan AK Parti ile aynı tabandan oy alma potansiyeline sahip siyasi partilerle hem mücadele etmiş hem de dönemsel olarak onlarla işbirliği içine girerek partisinin bütünlüğünü korumuştur. Bu zaman dilimi içerisinde oy verme davranışı açısından büyük ölçüde aynı kesimde değerlendirilebilecek bazı partiler ise Erdoğan’ın bir arada tutmayı başardığı AK Parti karşısında tutunamayarak tarihe karışmıştır. 1950 sonrası süreç salt sağ-muhafazakâr kesim açısından analiz edildiğinde bile Erdoğan’ın AK Parti’yi bir arada tutabilmesinin ehemmiyeti ortaya çıkmaktadır.
Demokrat Parti geleneği
Demokrat Parti’yi (DP) iktidara taşıyan 14 Mayıs 1950 seçimleri çok partili siyasal yaşama geçişin ilk adımı olarak tanımlanmaktadır. 1923-1950 arasındaki Tek Parti devrinde seçimler yapılmış olsa da demokrasinin gereği olan çoğulculuk prensibine riayet edilmediği için 14 Mayıs 1950 tarihi önemli bir mihenk taşı niteliği taşımaktadır. 1950 sonrasındaki 68 yıllık çok partili sürece bakıldığında askeri darbe dönemleri ve CHP’nin yönetiminde kurulan az sayıdaki koalisyon hükümetleri bir kenara not edilirse Türkiye’nin yönetim koltuğunda DP geleneğinden gelen veya onunla yakın bir siyasi programa ve anlayışa sahip partilerin oturduğu görülmektedir. Bu anlayışı büyük ölçüde muhafazakâr-sağ-dindar-liberal kesimlerin ittifakı olarak tanımlamak yaygın yaklaşımdır. Bu toplumsal kesimler için sair zamanlarda seküler merkezin karşısındaki muhafazakâr çevre veya milliyetçi-maneviyatçı vurgusu da yapılmaktadır. Fakat belirli dönemler hariç 2002 yılına kadar siyasal bütünleşme ve istikrar konusunda genel bir sorunun olduğu görülüyor. Böyle olmasının temel gerekçelerinden biri bürokratik oligarşi, askeri darbeler ve vesayetin kalıcılaştırılma çabası iken diğeri de sağ-muhafazakâr-dindar kesimlerin kendi içinde yaşadığı parçalanma ve bölünme bağlamında değerlendirilebilir. DP döneminde başlayan bu kendi içinde bölünme sürecinin 2002’ye kadar ivme kaybetmeden devam ettiği görülüyor. Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin 2002 yılından bu yana Türkiye’yi yönetiyor olmasını parçalanma döneminin durdurulmasının bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. 1950’den bu yana süreç okuması yapıldığında ilk ayrışmanın 1955 yılında 19 milletvekilinden oluşan grubun DP’den ayrılmasıyla yaşandığı görülüyor. Hürriyet Partisi’ni kuran milletvekilleri genel başkan olarak Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu’nu seçmiş fakat parti 1958’de kapanmıştır.
Siyaset mühendisliği
Ordu içindeki bir cunta, 27 Mayıs 1960’ta darbe yaparak yönetime el koymuş Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı idam etmiş ve siyaseti yeniden dizayn etmek için kolları sıvamıştır. Bu tablo içinde DP’nin mirasına sahip olmak için iki parti kurulur. Bunlardan biri eski Genelkurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala başkanlığında kurulan Adalet Partisi’dir (AP). Diğeri ise 1955 yılında Hürriyet Partisi olayında DP’den istifa eden Ekrem Alican başkanlığında kurulan Yeni Türkiye Partisi’dir (YTP). Seçim sonuçları DP seçmeninin büyük ölçüde Adalet Partisi saflarında yoluna devam ettiğini göstermektedir. Nitekim AP yüzde 34 oy alarak sandıktan ikinci parti olarak çıkar. Sandıktan yüzde 36 ile birinci parti olarak çıkan İsmet İnönü’nün CHP’si ile AP arasında sadece iki puan bulunmaktadır. Buradaki kritik konulardan birisi ise yine DP’nin devamı olduğu iddiasıyla kurulan Yeni Türkiye Partisi’nin sandıktan yüzde 14 oy oranıyla üçüncü parti olarak çıkmasıdır. Aslında iki partinin oy oranı toplandığında DP’nin devamı iddiasıyla seçime giden iki partinin oylarının toplamı yine tek başına iktidar olabilecek seviyededir. Fakat koalisyon hükümeti askeri vesayetin de dayatmasıyla CHP tarafından kurulur. Askeri vesayetin gölgesinde sancılı geçen dört yılın ardından 1965 seçimlerinde Adalet Partisi Süleyman Demirel’in genel başkanlığında sağ-muhafazakar oyları domine ederek sandıktan yüzde 52 oy oranıyla tek başına iktidar olarak çıkmayı başarır. DP mirasının adayı olan diğer parti YTP ise sadece yüzde 3 oy alabilmiştir. 1969 seçimlerinde oy oranı yüzde ikiye düşen parti 1973’te siyasal hayattan çekilmiştir. Adalet Partisi’nin aynı başarıyı 1969 seçimlerinde de sürdürdüğü görülmektedir. AP yüzde 46 oy alarak sandıktan tek başına iktidar olarak çıkmış fakat 12 Mart 1971 muhtırası ile Demirel istifa etmek zorunda bırakılmıştır. 12 Mart sonrasında Türkiye ara rejim hükümetleri ile 1974 yılına kadar yönetilmiştir. Bu tarihten 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar Türkiye koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmiştir.
Sağ siyasette yeni aktörler
Demokrat Parti’nin mirası büyük ölçüde Adalet Partisi tarafından devralınmış olmakla birlikte 1973 seçimleri ile birlikte Necmettin Erbakan’ın liderliğinde seçimlere giren Milli Selamet Partisi İslami referanslara daha yoğun şekilde vurgu yaparak dini hassasiyetlere sahip kesimlerden oy talep etmiştir. Benzer şekilde Alpaslan Türkeş’in liderliğini yaptığı Milliyetçi Hareket Partisi söyleminde Türk milliyetçiliği vurgusunu ön plana çıkartmış ve yine sağ-muhafazakâr kesimden oy talep etmiştir. Bu yıllarda aynı kesime hitap eden bir diğer parti Demokratik Parti’dir. Adalet Partisi’nden ayrılarak 1970 yılında Ferruh Bozbeyli tarafından kurulan Demokratik Parti de DP’nin gerçek varisi olduğu iddiasıyla ortaya çıkmıştır. 1973 seçimlerinde yüzde 11 oy alarak üçüncü parti olmuş olsa da kısa süre içinde parçalanmıştır. Parti, 1980’de kendini feshetmiştir. Siyasi programları açısından aralarında belirgin bir fark olmayan partilerin artmasıyla sağ-muhafazakâr seçmenin oyu bu partiler arasında bölünmüştür. Bunun Türkiye’ye getirisi ise koalisyon hükümetleridir. 1973-1980 arasında AP ile birlikte sağ-muhafazakâr-dindar kesimlerin oyları büyük ölçüde bu üç parti arasında paylaşılmıştır. En fazla oyu alan Demirel liderliğindeki AP bu yıllarda kurulan Milliyetçi Cephe koalisyonlarının başbakanı olmuştur.
Bu partilerin, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile kapatılmış, 1983 sonrası demokrasiye geçiş sürecinin başlatılmasıyla yeniden siyaset sahnesinde yer edindikleri görülüyor. Parti isimleri farklı olmakla birlikte ideoloji ve sosyal tabanlar aynıdır. Süleyman Demirel Doğru Yol Partisi (DYP), Necmettin Erbakan Refah Partisi (RP) ve Alpaslan Türkeş Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile toplumun karşısına çıkmıştır. Benzer bir tablo sol kesimlerde de görüldüğü için seçmeni konsolide edebilen tek bir parti sandıktan çıkamamıştır.
Turgut Özal’lı yıllar
12 Eylül 1980 darbesinden sonra kurulan partilerin arasında sağ-muhafazakâr seçmen kitlesini temsil eden ana omurganın Turgut Özal tarafından kurulan Anavatan Partisi (ANAP) olduğu görülmektedir. ANAP Özal’ın liderliğinde 1983 ve 1987 seçimlerini kazanarak 1970’li yılların parçalı koalisyon hükümetlerinden sonra tek başına iktidar olmuş ve Türkiye’de bir istikrar dönemi yaşanmıştır.
Sağ-muhafazakâr-dindar seçmenden oy talebiyle Süleyman Demirel’in lideri olduğu Doğru Yol Partisi ve Necmettin Erbakan’ın lideri olduğu Refah Partisi’nin 1990’ların başından itibaren ağırlığını hissettirmeye başlamasıyla birlikte oylar büyük ölçüde bu üç parti arasında paylaşılmıştır. Bu tablo ile birlikte Türkiye 1991 seçimlerinden sonra AK Parti’nin Erdoğan liderliğinde tek başına iktidar olduğu 2002 yılına kadar yeniden koalisyonlar dönemine girmiştir.
AK Parti 14 Ağustos 2001 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulduktan sonra 3 Kasım 2002 tarihinde girdiği ilk seçimden yüzde 34 oy alıp tek başına iktidar olarak çıkabilmeyi başarmıştır. CHP dışında diğer tüm partilerin barajın altında kaldığı bu seçimden sonra AK Parti sonuncusu 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri olmak üzere girdiği 14 seçimden de galip ayrılarak önemli bir çıta yakalamıştır. Kuşkusuz tüm bunların kolay olmadığını söylemek gerekir. Bu süre içerisinde biri e-muhtıra, biri doğrudan askeri darbe girişimi ve biri de yargı-emniyet eliyle kurgulanmış darbe girişimi olmak üzere üç somut müdahaleyi püskürten AK Parti 2008 yılında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan kapatma davasına maruz kalmıştır.
Erdoğan’ın başarısı
Ana başlıkları verilen bu konuların dışında askeri vesayetin ve bürokratik oligarşinin pek çok operasyonuna maruz kalan AK Parti ayrıca siyasal arenada sadece rakipleri ile değil sağ-muhafazakâr-dindar siyaset içinde meydan okumalarla karşılaşmıştır. Erdoğan’ın güçlü liderliği ve stratejik hamleleri AK Parti’nin yol haritasında belirleyici olmuştur. Bu bağlamda AK Parti’nin bazı rakiplerini kendi çatısı altında siyaset yapmaya ikna edecek kapsayıcı bir söylem geliştirebilmiş olması sağ-muhafazakâr oyların bölünmesinin önüne geçen önemli bir faktördür. 15 Temmuz 2016’da FETÖ tarafından gerçekleştirilen darbe girişiminden sonra Erdoğan ve Bahçeli arasında yaşanan ittifak süreci de temel değerler ve ilkeler bağlamında Erdoğan siyasetindeki kuşatıcılığı göstermesi açısından önemli bir başarıdır. Ayrıca sağ siyaset içinden AK Parti’ye rakip olarak kurulan siyasi partiler ise seçim yenilgileri karşısında dayanamayarak ya kapanmış ya da salt tabela partisine dönüşmüştür. Bunların arasında 2005’te AK Parti’den ayrılan Erkan Mumcu’nun ANAP’ın başına geçmesi, 2007’de Mehmet Ağar’ın genel başkanlığında yeniden hareketlenen Demokrat Parti ve AK Parti’den ayrılan Abdüllatif Şener’in 2009 yılında kurduğu Türkiye Partisi’nin isimleri zikredilebilir. Öte yandan 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde görüldüğü üzere Erdoğan’ın konsolide ettiği seçmen kitlesini bölebilmek için daha önce AK Parti’de siyaset yapan Abdullah Gül ve ona yakın ekibin CHP ile ortak hareket etmeyi kabul ettiğini hatırlatmak gerekir. Başarılı olmayan bu projenin hedefini ise aynı ekiple birlikte hareket eden Saadet Partisi genel başkanı Temel Karamollaoğlu “Amacımız Gül ile birlikte AK Parti’den yüzde 15’i koparmaktı” şeklinde açıklamıştır. Tarihsel birikimin ışığında bu tabloya bakıldığında aslında 60’ların, 70’lerin ve 90’larınbaşındaki sağ-muhafazakâr oyların kendi içinde parçalanma sürecinin hedeflendiği söylenebilir. Fakat Erdoğan’ın toplum nezdindeki karşılığı ve güven duygusu buna izin vermemiştir.
Sonuçta sağ-muhafazakar-dindar kesimler açısından irdelendiğinde parçalanmanın önlenebildiği ve kapsayıcılığın genişleyebildiği dönemlerde Türkiye’yi yönetme iradesinin daha güçlü olduğu görülmektedir. Bunu kısmen başarabilen isimler arasında Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Turgut Özal isimleri zikredilebilse de Erdoğan liderliğindeki AK Parti kendinden önceki dönemleri aşabilmeyi başaran bir hikaye ortaya koymuştur. Erdoğan’ın liderliğinde yoluna devam den bu hikayenin kuşkusuz en önemli başarısı içeriden ve dışarıdan gelen bölünme-parçalanma meydan okumalarına karşı direnerek AK Parti çatısını sağlam tutmasıdır.
[Star, 15 Eylül 2018].