Suriye krizi boyunca daha çok Hizbullah’ın silah sevkıyatına yönelik yaptığı hava saldırılarıyla gündeme gelen İsrail, Arap Baharı’ndaki popüler trendin tersine dönmesini stratejik bir kazanım olarak addetti. Özellikle Mısır’daki Sisi darbesi İsrail’in bölgedeki hareket alanını genişletirken, Suriye’de ise İsrail bir ikilemde kaldı. Bir taraftan Esed rejiminin zayıflayarak görevde kalmasına olumlu yaklaşırken, diğer taraftan ise Suriye’de İran’ın ve Hizbullah’ın güçlenmesini bir güvenlik açığı olarak görmeye başladı.
Ara sıra hava saldırılarıyla stratejik noktaları ve silah konvoylarını hedef alsa da ve Suriye sınırında HTŞ’nin de dahil olduğu muhalif gruplar vasıtasıyla fiili bir tampon bölge oluştursa da Hizbullah ve İran’ın artan silah kapasitesini ve insan gücünü tehdit olarak telakki etmeye devam etti. İsrail bir süredir Hizbullah’ın füze kapasitesini Lübnan’a transfer etmeye başladığını, hatta Lübnan içerisinde tesisler kurduğunu iddia etmekte.
Geleneksel olarak rekabet içerisinde olduğu İran’ın son yirmi yılda güçlenmesini endişeyle izlese de özellikle Obama döneminde bunu engelleyecek politikaların uygulanmasını sağlayamamıştı. Bu süreçte İran’ın nükleer kapasitesi ve bölgesel yayılmacılığı arasında tercih yapan uluslararası camia, nükleer anlaşmayla bu kapasiteyi sınırlandırma fırsatı bulurken bölgesel yayılmacılığı konusunda ise herhangi bir çaba ortaya koymadı.
Bu durumdan en fazla rahatsız olan ülkeler Suudi Arabistan ve İsrail olurken, Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte İran, İsrail ve Suudi Arabistan’ın da çabalarıyla ABD yönetiminin tehdit sıralamasında başlara doğru ilerledi. Obama döneminin geleneksel müttefiklerin hassasiyetlerinin göz ardı edildiği bir ortamda BAE’nin katkısıyla Suudi Arabistan ve İsrail, İran’a karşı politika müzakerelerinde bulunmak için birtakım temaslar kurmuştu. Trump döneminde ise bu temas, ortak tehdit algısı sebebiyle adı konulmamış bir işbirliği veya artan anlayışa dönüştü. Jared Kushner’in Netanyahu, MbS ve MbZ ile kurduğu yakın ilişki henüz somut politikaya dönüşmese de bu işbirliğinin derinleşmesine fırsat sundu.
İsrail, temelde Suudi Arabistan’ın İran endişesini paylaşmakla birlikte Suud kadar geniş coğrafyaya yayılmış bir İran’la mücadele yürütmeyi planlamamakta. İsrail’in önceliği Lübnan’daki güçlenen Hizbullah varlığı ve Suriye sınırının güvence altına alınmasıdır. Suudi Arabistan’la en fazla örtüşen önceliği ise Hizbullah’tır. Zira Suud da Hizbullah’ın Yemen’deki Husileri eğittiğini iddia etmekte. Bu sebepten iki ülkenin öncelikli hedefinin Hizbullah olacağı ve Suud’un Hariri’yi istifaya zorlamasının bu politikanın bir parçası olduğu iddia edilebilir. Fakat İsrail’in Hizbullah’a karşı geniş kapsamlı bir saldırı yerine Lübnan’da nokta hedeflere yönelmesi mevcut şartlar altında daha olası görünmekte. Zira 2006 hafızası taze olan İsrail’in askeri yapılanması, Netanyahu gibi ihtiyatlı bir ismin başbakan olduğu bir düzlemde 2006’dan çok daha güçlü olan Hizbullah’a karşı geniş kapsamlı bir askeri operasyona girmek istemiyor.[Akşam, 20 Kasım 2017]