Türkiye'de siyasetin sert bir iklime girmesinde Gezi olaylarının özel bir yeri var. Ülkenin gidişatı hakkında "endişeli" olanların verdiği ilk örnek durumunda. 3 yıl önce mayısın son günlerinde Gezi parkının "kaderi" üzerinde başlayan protestolar sokakları harekete geçiren bir başkaldırıya dönüşmüştü. "Mesele ağaç değil anlasana" diyenlerin hedefi, seçimlerle yıkılmayan AK Parti iktidarını sokak eylemleri ile devirmekti.
Kendisinden "yoruldukları" bu iktidar gitmeliydi. O günlerden akıllarda kalan, iktidarın "otoriterleşmesinin" yanı sıra muhalefet partilerinin "acizliğine" de tepki gösteren sokak eylemcilerinin "aşırı" özgüveniydi. Ve hızla bu özgüvenin şiddete ve nefrete bulaşmasıydı. Meydanları, sokakları demokrasinin vazgeçilmez kamusal alanları olarak ilan eden sosyal bilimciler Gezi olaylarından "yeni bir demokratik" hareketin doğmasını umdular.
Hem Taksim'de molotof atanların hem de Bağdat caddesinde yürüyen öfke dolu kalabalıkların AK Parti tabanına yönelik hakaretlerini görmezden geldiler. Ne de olsa polisin "kasıtlı" müdahaleleri Gezi etrafında bir "demokrasi literatürü" geliştirmek için yeterliydi.
Gezi olayları AK Parti muhaliflerinin arzu ettiği "yeni bir demokratik halk hareketini" başlatmaktan çok uzak kaldı. Aksine endişelere, korkulara ve nefrete dayalı bir psikoloji üreterek muhalefetteki zayıf aktör patolojisini derinleştirdi.
AK Parti iktidarını her şeyin sorumlusu olarak suçlamaya dayalı, bağımlılık yapan siyasi bir söylem birikimi oluşturdu. Bu birikim, muhalefeti siyasetin rasyonel düzleminden uzaklaştırdı. AK Parti -Erdoğan karşıtlığının sadece muhalefette kalmayı garantilediğini göremediler. Ne zamana kadar? Bence, 7 Haziran seçimlerinde AK Parti çoğunluğu kaybettiğinde bir araya gelip koalisyon kuramadıklarını görene kadar. 1 Kasım sonrasında da "otoriterleşme", "tek adam" malzemesini kullansalar da bunun bir iktidar getirmeyeceğini artık biliyorlar. Aslında Türkiye'nin gidişatı hakkında "endişe" duyanların argümanları en çok Batı başkentlerindeki siyasetçilerin işine yarıyor. Avrupa basını da "tek adam", "sultan" güzellemelerinden geçilmiyor. Batılı siyasetçiler terörle mücadeleden dokunulmazlıklara kadar birçok konuda "endişelerini" açıklamayı Türkiye ile ilişkilerinde menfaatlerine uygun buluyorlar.
Gezi olayları sırasında "protesto özgürlüğünü," paralel ve terörle mücadele süreçlerinde "basın özgürlüğünü" vurgulamakta fayda görüyorlar. Ancak bu "endişeli hal" Brüksel ya da Paris meydanlarındaki on binlerce protestocuya gösterilen polis şiddetini ve göz yaşartıcı gazı ya görmezden geliyor ya da "küçük" ifadelerle, "somut" bir dille anlatmayı tercih ediyor.
İlginçtir, tam da Gezi olaylarının başladığı mayısta Paris'te işçi sendikaları Fransız Cumhurbaşkanı Hollande'ın "idari tasarrufuna" karşı meydanlardalar. İşten çıkarmaları kolaylaştıran ve tazminatları düşüren yeni iş kanununu protesto için grev halindeler. Ve Batı medyası da siyasetçiler de polis şiddetinden "endişeli" değil.
Ev yapımı patlayıcılar atan göstericilere "protestonun demokratik sınırını" gösteriyorlar. Gezi eylemlerinde oldukça "geniş" olan sınırların Paris'te neden bu kadar "dar" olduğu çelişkisini de göz ardı ederek.
Ancak insan hafızası bu kadar da unutkan değil. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu çelişkiyi kaçırmadı: "Paris'te yaşanan olaylardan dolayı şu an endişeliyim. 3 sene önce İstanbul'u mesken tutup, neredeyse kesintisiz canlı yayın yapan TV kanalları, bu olaylarda kör, sağır, dilsiz kaldı. Protesto hakkını kullanan insanlara, Fransız polisinin uyguladığı şiddeti kınıyorum."
[Sabah, 31 Mayıs 2016].