2016 Amerikan başkanlık seçimleri skandalları ve negatif tonuyla şimdiden tarihe geçti. Bu seçim döneminin ruhuna uygun bir biçimde seçime 10 gün kala FBI Direktörü Comey’nin Kongre’ye gönderdiği ve Clinton’ın e-postaları hakkındaki soruşturmanın bitmediğine işaret eden mektup gündeme oturmuş durumda ve seçimin sonucunu ne kadar etkileyeceği merak ediliyor. Comey’nin mektubunun yarattığı tartışmalar aslında bu kampanya döneminin kutuplaştırıcı dilinin Amerika’nın en prestijli kurumlarını bile nasıl siyasi polemiklerin içine çektiğinin bir göstergesi. Geleneksel siyasi doğruculuk kurallarını alt üst eden Trump’ın Amerikan halkının demokratik sisteme olan inancını neredeyse kaybetmiş ruh halini temsil ettiğini not etmek gerekiyor. Trump’ın popülist, ayrımcı ve kutuplaştırıcı bir dil kullanarak en önemli siyasi silahı haline getirdiği sistem karşıtı hissiyatın seçimi kim kazanırsa kazansın devam edeceğini ve aslında Amerika’nın köklü kurumlarını daha önce rastlanmamış derecede siyasallaşma tehlikesiyle karşı karşıya bırakacağını söylemek abartılı olmayacaktır.
DEĞİŞİM TALEBİ
Amerikan halkının siyasi sisteme ve Washington’a kızgınlığının ve başkaldırısının altında yatan nedenlerle ilgili birçok şey yazılıp çizildi. Bill Clinton’ın 2000’de güçlü bir ekonomi ve bütçe fazlasıyla Bush’a teslim ettiği ülkenin o günden bu yana hangi aşamalardan geçtiğine baktığımızda, 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak işgallerinin ve 2008 ekonomik krizinin kritik olduğunu görüyoruz. Başkan Obama’nın Ortadoğu işgallerini sonlandırmaya çalışırken terörün Batı’yı da içeren daha geniş bir coğrafyaya yayılması ve ekonominin istikrarlı istihdam artışına rağmen hala güven vermemesi halkın ülkenin gidişinden endişe duymasına sebep oluyor. BunlaraKongre’nin yasa çıkarma performansı açısından tarihinin en verimsiz dönemini geçirmiş olmasını da eklediğinizde, Amerikan halkının siyaset kurumundan memnuniyetsizliğini anlamak kolaylaşıyor.
Başkan adaylarından Hillary Clinton’ın uzun siyasi kariyerinin klasik Amerikan siyaseti açısından avantaj olması beklenirdi. Ancak bu seçimlerde Clinton’ın halkın Washington statükosuna ilişkin hayal kırıklığının kurbanı olduğunu söylemek mümkün. Clinton’ın eşinin başkanlık döneminden kalma birçok siyasi düşmanı var ve ilk kadın başkan olma ihtimalinden rahatsız olan bir seçmen kitlesinin varlığını da kabul etmek gerekiyor. Bunların ötesinde Clinton’ın ‘sistemin parçası’ olarak görülmesi en büyük dezavantajı olarak öne çıkıyor. Clinton 2008 Demokratik Parti ön seçimlerinde siyasi kariyerinin henüz başında sayılabilecek Obama’ya karşı kaybetmişti. Bunun ana nedeni Obama’nın savaş karşıtı platformunun oluşturduğu siyasi dalga ve genel olarak ‘değişim’ vaadi olmuştu. 2016 seçimlerinde Washington’u değiştireceğini vadeden ve klasik siyasi doğrucu hiçbir kurala uymayan Trump’a kaybederse Amerikan halkının ‘değişim’ arayışına karşılık veremediği için kaybetmiş olacak.
Clinton gerek dış politika gerek iç politikada konulara son derece hakim bir siyasetçi olarak biliniyor. Televizyon tartışma programlarına hazırlıklı gelerek nasıl disiplinli ve ‘göreve hazır’ olduğunu da göstermiş oldu. Hanımefendi (First Lady), senatör ve dışişleri bakanı geçmişine bakıldığında başkanlığı yapma kabiliyeti olduğundan şüphesi olan çok az insan bulunur. Ancak Clinton’ın en büyük sorununun halkın onu gerçek değişim ihtiyacına cevap verebilecek düzeyde güçlü ilkeleri olan ‘sahici’ bir kişilik olarak görmemesi olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle Clinton seçmeni ‘heyecanlandırmıyor.’ Elbette bu kişilik ve karakteriyle ilgili eksikliklerin başkanlıkla ne alakası var denebilir ancak Amerikan halkı başkanın spesifik politikalara hakim bir teknokrat olmasının ötesinde liderlik vasıfları taşımasını bekliyor. Clinton’ın skandallara bulaşmış geçmişi ve mevcut değişim beklentisini karşılayamaması kendisi için en büyük handikap ancak buna karşı en büyük avantajı da ‘dengesiz’ görünümü veren rakibinin ta kendisi, Trump.
SAHİCİ VE DIŞARIDAN
Peki Amerikan halkının değişim talebini Trump karşılayabiliyor mu? Aslına bakarsanız siyasi geçmişi olmamasına rağmen Trump da sistemin parçası ve yıllarca Clinton’lar da dahil iş yaptığı birçok eyaletin siyasetçisiyle çok yakın ilişkileri olageldi. Trump siyasetçilerin kampanyalarına maddi destek sağlamaktan da geri durmadı. Ancak bu seçim döneminde halkın sisteme kızgınlığından faydalanmasının temel nedeni bu ilişkilerini inkar etmek yoluna gitmeyip aksine ‘çürümüş sistemi’ çok iyi bilmesinin sistemi değiştirmek için en önemli silahı olduğunu savunması oldu. Trump kurulu düzeni hedefe koyan ve siyasi sistemle adeta alay eden retoriği sayesinde kitlelere kendisinin ‘sahici’ ve ‘dışarıdan’ bir aday olduğunu kabul ettirmeyi başardı. Bunu yaparken de defalarca pozisyon değiştirip daha önce söylediklerinin tam tersini söylemekten çekinmedi.Hispanikleri, siyahları ve Müslümanları hedefe koyan ve kadınları aşağılayan ifadelerine rağmen Trump’ı destekleyenler onun farklı olduğuna ve Washington’a siyaset dışından birinin gelmesi gerektiğine inançlarını sürdürüyorlar. Ülkenin gitgide ‘esmerleşmesinden’ rahatsız olan beyaz kitlelerin, ilk siyahi başkan Obama’nın desteklediği Clinton’dan ziyade Trump’ı seçmeleri tesadüf değil. Trump’ın ‘ülkemizi tekrar geri almalıyız’ söylemi eğitim seviyesi nispeten düşük beyaz ve daha çok erkek seçmenleri harekete geçirmiş durumda. ‘Salıncak’ tabir edilen birçok eyalette Trump’ın oy toplamakta zorlandığı azınlık gruplarının oyları kritik rol oynayacak. Bu seçimle beyaz Amerika esmer Amerika farkının keskinleştiğini ve bunun gelecekte Amerikan siyaseti için ırk meselesindeki fay hattını derinleştirme ihtimalinin altını çizmek gerekiyor.
SEÇİM SONRASI ABD SİYASETİ
Demokratik sistemin ve kurumlarının bu kadar sorgulandığı bir seçim dönemi bittiğinde her şeyin eskisi gibi olmasını beklemek zor. Sonuç ne olursa olsun, artık mevcut gidişattan memnun olmayan ve sistemin tamamen hileli olduğuna inanan milyonlarca seçmen var. Seçim sonucunu kabul etmeyebileceğinin işaretini veren Trump’ın seçim günü ve sonrasında ülkede siyasi şiddete yol açması da ihtimal dışı değil. Clinton seçildiği takdirde Trump’ın harekete geçirdiği kitlelerle sağlıklı bir ilişki kurup kuramayacağı da temel bir sorun olarak karşısında olacak.Cumhuriyetçi partinin epeydir devam eden kimlik krizinin ironik bir sonucu olan popülist Trump olgusunun farklı formlarda devam etmesi kuvvetle muhtemel. Özellikle Batı’da terör olayları devam eder ve daha da önemlisi ekonomi 2000’li yıllardaki canlılığına geri dönemezse, sisteme karşı hayal kırıklığı yaşayan kitlelerin yeni bir arayışa gireceğini kestirmek zor değil. Üçüncü bir parti arayışının şimdiden başlaması da bunun işareti. Cumhuriyetçi partinin yaşadığı kriz ve Trump gibi birinin dışarıdan gelip partiyi adeta esir alması Cumhuriyetçi Parti yöneticileri için ders olmazsa, partinin erimesi devam edebilir. İki partili sistemde partilerden birinin bu şekilde zaafa uğraması uzun vadede şimdiden kredibilite sorunu yaşayan kurumların da geleceği açısından sorunlu bir durum ortaya çıkaracaktır.
Bush döneminin dış işgallerine karşı oluşan tepki değişim arayışını ve dolayısıyla Obama momentumunu yaratmıştı. Ekonomik krizle birlikte devletin iyice büyümesine ve sağlık reformuna oluşan tepki de merkez ve uç güçler arasında barış sağlayamayan bir Cumhuriyetçi parti ortaya çıkardı. Çay Partisi gibi grupların siyasi sistemi kilitlemesi geçmişte Sarah Palin’i üretmişti, şu sıralar da popülist Trump’a iltifat yaratıyor. Demokrat Parti’de Sanders hareketini başlatan sol-liberal değişim talebi de dikkate alındığında, Amerikan siyasetinin önümüzdeki dönemde artık iki parti hiyerarşisi tarafından kontrol edilemeyecek bir hale gelmesi kuvvetle muhtemel. Hem sağ hem sol aşırı uçları -oldukça zor olsa da- bir şekilde sisteme inandırıp eklemlemek tek çıkış yolu olarak görünüyor. Bunu gerçekleştirmek de ekonomik büyüme ve siyasetin köklü reformundan geçiyor olsa gerek. 9 Kasım’da sonuç ne olursa olsun Amerikan demokrasisinin böyle bir meydan okumayla yüz yüze olduğu bir gerçek.
Clinton başkan seçilirse dış politikada ve özellikle Suriye’de daha agresif bir politika izleme ihtimali yüksek. Uçuşa yasak bölge ve güvenli bölge gibi politikaları benimsediğini söyleyen Clinton Türkiye’yi yakından tanıyor ve Ortadoğu meselelerine hakim. Ancak Amerikan halkının ve Pentagon’un artık dış müdahaleye soğuk bakması Clinton’ın opsiyonlarını azaltacak. Bu anlamda Obama’nın büyük oranda devamını temsil edecek olan Clinton’ın Türkiye’yle yeni bir yakınlaşma arayışı olacaktır. Clinton Amerika’nın Ortadoğu’daki rolünü yeniden tanımlamaya çalışacaktır ve bu Türk-Amerikan ilişkileri açısından yeni bir fırsat yaratabilir ancak Amerikan halkının Ortadoğu’da daha güçlü bir angajmanı istememesi unutulmamalıdır. Trump gelirse dış politikada ne yapacağı adeta bir kapalı kutu ancak izolasyonist eğilimlerine bakıldığında bölgede daha fazla Amerikan varlığı olmayacaktır. Yeni başkan kim olursa olsun, Amerika’nın Ortadoğu’daki rolünün dramatik biçimde artacağını söylemek zor zira Amerikan halkı dış müdahalelerden ve işgallerden ve en önemlisi bunların getirdiği maddi ve manevi maliyetlerden bıkmış durumda.
[Star Açık Görüş, 6 Kasım 2016].