Türk-Amerikan ilişkileri, yakın tarihinin en derin ve çok boyutlu krizlerinden birini yaşıyor… En derin krizlerden biri çünkü, Türkiye’nin ulusal güvenliğini doğrudan tehdit eden ve Washington tarafından da terörist bir organizasyon olarak tanınan PKK, Suriye’de yine Beyaz Saray yönetimi tarafından destekleniyor, korunuyor en önemlisi de silahlandırılıyor. Öte yandan kriz çok boyutlu bir nitelik arz ediyor çünkü sadece PKK’nın silahlandırılması ile sınırlı değil; bölgesel ölçekte Filistin meselesindeki (Trump yönetiminin meseleyi ele alış biçimi dikkate alınırsa) politik farklılıktan Türkiye’nin Rus yapımı S-400 füze sistemlerinin satın alma ihtimaline kadar bir dizi diğer stratejik konularda Ankara-Washington arasındaki politi kve jeopolitik senkronizasyon zemini kaybolmuş durumda. Buna birde ABD’nin FETÖ’ye ev sahipliği yapması krizi eklenince iş, içinden çıkılamaz bir hale büründürmüş gözüküyor.
Bu kriz, eğer önümüzdeki hafta gerçekleşecek Trump-Erdoğan görüşmesinden bir uzlaşı çıkmassa daha da kötüleşecek ve Türk-Amerikan ilişkileri tabiri caiz ise buzul bir çağa girecek. Bu dönemden çıkmak, eğer oynanan “oyun sahnesinin” arkasında sihirli bir gelişme yaşanmazsa oldukça uzun sürebilir. Bu nedenle 16 Mayıs Trump-Erdoğan görüşmesi belki de buzul çağına girmeden önce son çıkış olabilir. Ancak çıkışı işaret eden yollar son derece karmaşık gözüküyor ve iki başkentin de meseleleri ele alma biçimi önemli ölçüde farklılaşıyor. Ya her iki aktör de aynı çıkışı tercih ederek ortak bir noktada buluşacak ya da aktörlerden biri çıkışı tercih ederken diğeri buzul çağın karanlık kışına doğru gidecek yolu tercih edecek.
TAKTİK JEOPOLİTİĞE KARŞI
Ortadoğu jeopolitik sahnesinde Arap Baharı’ndan ve Suriye iç savaşından sonra büyük resmi yakalamak son derece zorlaştı. Bölge büyük çaplı bir dönüşümden geçse de bu dönüşümü sürükleyen ve şekillendiren asıl dinamik mikro ölçekte yaşanan taktiksel pozisyon ve manevra savaşları. Mahiyeti ne olursa olsun her bir aktörün müstakil bir stratejisi var ve bu stratejinin eklemlendiği makro ölçekli jeopolitik realiteler, yerel ölçekte yaşanan gerçekliğin karmaşık dinamizmine hapsolmuş durumda. Türk-Amerikan ilişkilerindeki derin ve çok boyutlu kiriz, bahse söz konusu olan bu yapısal çelişkinin giderek yoğunlaşmasıyla doğrudan ilgili ya da bu iki dengenin arasına sıkışmış durumda. Bu sıkışıklığın kristalize olduğu ana eksen her ne kadar PKK gibi gözükse de PKK Türk-Amerikan ilişkilerindeki stratejik sıkışmışlığın sadece bir boyutunu oluşturuyor.
ABD PKK’yı, en azından şimdilik, silahlandırarak DEAŞ ile mücadelede taktiksel bir unsur olarak gördüğünü söylüyor ve Türkiye’nin ulusal güvenlik önceliklerini önemsediğini deklare ederek Ankara’ya nasıl olduğu belli olmayan sözde güvenlik garantisi vaat ediyor. Ancak orta veya uzun vadede bırakın Türkiye’ye güvenlik garantisi oluşturmayı, ABD PKK’yı bölge siyasetinde taktiksel değil sratejik bir denklemin parçası haline dönüştürebilir. Diğer bir ifadeyle, ABD sanıldığının aksine PKK’dan kolay kolay vazgeçmeyebilir. Bu politikanın arkasında yatan stratejinin iki ana ayağının olduğunu söylemek mümkün. Birinci ayağını, Suriye’den Irak’a uzanan ve sıklet merkezini PKK’nın oluşturduğu vuruş gücü yüksek ABD destekli eksen oluştururken, ikinci ayağını ise sayısının 40 bine ulaşması ihtimal dahilinde olan ve
Rakka’nın alınmasıyla hem coğrafi derinlik hem de siyasi (ABD desteği sayesinde) ve askeri derinlik kazanacak “PKK ordusunun” ABD’nin gelecekte Suriye ve Irak’daki düzensiz savaşın harp sahasında kullanılma planı oluşturuyor. Böylelikle, ABD hem Suriye ve Irak’ta kontrolü elinde tutabileceği bir araç elde etmiş oluyor hem de Türkiye gibi ülkeleri köşeye sıkıştırdığını düşünerek kendi politikalarına mecbur bırakacağı bir denklem kurmayı hesaplıyor. Öte yandan, DEAŞ sonrası bölgede yeni türeyecek örgütlerle mücadele etmek için elinde kullanabileceği askeri bir güç oluşturmak istiyor. Ne var ki ABD’nin hali hazırdaki politik ve sosyolojik derinlikten yoksun askeri planı, Rakka’nın DEAŞ’tan temizlenmesinden sonra bir kabusa da dönüşebilir. Bu kabus senaryosunun birkaç önemli nedeni var.
İlki, PKK’nın DEAŞ ile mücadelede ne kadar başarılı olursa olsun uzun vadede bölgede ABD’nin desteğine rağmen tutunmasın son derece zor olması. Jeopolitiğin 101 nolu kuralı; aynı anda iki düşmanla iki cephede birden savaşa girme. Bu minvalde PKK’nın, bir tarafta Türkiye’nin “her an” müdahele ihtimali karşısında gücünü konsolide etmesi çok zor, diğer taraftan da Arap demografisi ve sosyolojisinin merkezine doğru yayıldıkça siyasi düzen kurması son derece zor gözüküyor. Diğer bir ifadeyle, askeri gücü ne olursa olsun hem coğrafi ve demografik derinlikten yoksun hem de Türklerin ve Arapların aynı anda düşmanlığını kazanmış bir PKK’nın kapalı bir coğrafyaya hapsolma ihtimali son derece yüksek. Böyle bir coğrafyada ise ayakta kalmak neredeyse imkansız. Bu nedenle ilk senaryo bağlamda, PKK’yı hedef tahtasına yerleştirmiş Türkiye ve Araplar ABD’nin bölge siyasetinde sahip olduğu bütün planları bozabilir ve Türkiye’yi Araplar ile birlikte PKK’ya, dolayısıyla da ABD’ye karşı daha komplike bir çatışmanın içine sokabilir.
İkincisi ise ABD’ninTrump yönetimi ile birlikte Ortadoğu siyasetinde bir değişikliğe giderek önceliğini İran’ın yayılmacılığının önüne geçmeye verecek olması. Bu konuda Trump’ın dört başı mamur bir stratejisi olmasa da, kademeli olarak, önce İran’ı Suriye’de etkisiz hale getirerek Hizbullah’ın Suriye savaşı ile konsolide ettiği askeri ve siyasi gücünü zayıflatmak ve İran’ın Şii milis mobilazasyonunu etkisiz hale getirmek, sonra da İran’ı Irak’ta dengeleyerek Tahran’ın Bağdat üzerindeki nüfuzunu zayıflatmayı hedeflediği oldukça açık. Buna bir de Yemen’de İran’ı dengelemek eklendiği zaman, Trump’ın bu planı hayata geçirmesi ve başarılı olması için Türkiye başta olmak üzere Sünni Arap bloğunu son derece hassas bir jeopolitik oyun içine sorunsuz bir şekilde dahil etmesi gerekiyor. Bu nedenle ABD’nin şimdilik Rakka planı ve varsa uzun vadede PKK stratejisi Türkiye gibi etkin bir bölgesel oyuncuyu kaybetmesiyle sonuçlanabilir ve Rakka’da elde ettiği kazançlar bir anda ABD için kayba dönüşebilir. Her ne kadar ABD PKK ile çalışmayı Türkiye ile ilişkilerinde bir “tercih” olarak görmüyor olsa da Türkiye için meselenin bir “tercih” olarak okunduğu oldukça açık. Bu durumda, Türkiye’nin nasıl davranacağı daha önemli hale geliyor.
TÜRKİYE’NİN OPSİYONLARI
Türkiye için ise en iyi senaryonun gerçekleşmesi, ABD’nin ne yapacağı veya nasıl davranacağı şartına değil, kendi stratejisini ABD’den bağımsız şekilde oluşturmasına bağlı. Anlaşılan o ki DEAŞ ile mücadelede PKK’nın kullanılması konusunda ABD’nin tavrında bir değişiklik olmayacak. Bu nedenle, Türkiye’nin Rakka operasyonunda PKK’nın kullanılmasını, operasyon sona erene kadar Türk-Amerikan ilişkilerinin merkezine yerleştirmek yerine, Rakka sonrası bölgesel ölçekte PKK ile mücadeye odaklanması daha mantıklı bir tercih olacaktır. Burada Rakka sonrası için Türkiye’nin alterantifleri arasında birçok senaryonun yer aldığını söylemek mümkün.
Türkiye’nin en önemli avantajı, öyle ya da böyle askeri-stratejik üstünlüğü halen elinde tutuyor olması. Bu üstünlüğü özellikle sınır güvenliğinin önceliği bağlamında “direkt askeri müdahale” ekseninde uygulayarak, PKK’ya karşı kullanabilir ya da dolaylı yollardan PKK-karşıtı güçleri mobilize ederek “dolaylı askeri müdahalede” bulanabilir. Öte yadan Türkiye’ye rağmen ABD’nin PKK’yı kullanmaya devam etmesi halinde, Ankara “oyun-bozucu” rolünü sürekli hale getirerek PKK bölgesinin istikrar kazanmasının önünde en önemli engellerden biri haline dönüşebilir. Rakka operasyonunda mutlaka güç kaybedecek PKK’nın arka hattının yumuşak olduğu bir zamanda askeri terichlerini devreye sokmak Türkiye için en uygulanabilir yöntemlerden biri olabilir. Ayrıca, PKK’nın Sinjar’daki varlığının doğrudan ya da dolaylı yollardan hedef alınması da özellikle Rakka operasyonun başlamasıyla birlikte devreye sokulabilir.
Türkiye askeri yöntemleri tercih etmeyecek ya da edemeyecek durumda olması halinde Suriye’deki PKK tehdidini siyasi yollardan dönüştürerek ortadan kaldırabilir. Bunun için, PYD ile PKK arasındaki ideolojik ve organizasyonel bağın zayıflaması ve sonrasında son bulması gerekse de böyle bir ihtimalin gerçekçi olmadığı ortada. Dolayısıyla Türkiye, PKK karşıtı Kürt muhalefeti ile Arapları, PKK karşısında mobilize etmeye yönelmelidir. Bu durum, PKK’nın istediği politik düzen karşısında Türkiye için kullanılabilecek en iyi ihtimaller arasında yer almaktadır. Ne var ki bu durumun ancak uzun vadeli bir strateji ile hayata geçirilebileceği ve zamana ihtiyaç olduğu son derece açıktır.
Öte yandan Türkiye, İncirlik üssünün koalisyon tarafından kullanmasını kısıtlayabilir ya da ABD ile ayrılık noktalarının daha da çeşitlenmesi halinde bir süreliğine kapatılmasını gündeme getirebilir. Bu durumun Türk-Amerikan ilişkilerinden “buzul çağı”na girmek için en kolay ama aynı zamanda en riskli yol olduğunu da söylemekte fayda vardır. Dolayısıyla bu, opsiyonlar arasında en somut ve kötü sonuç üretecek senaryo olarak ön plana çıkmaktadır.
PKK, ABD’nin dünya siyaseti porojeksiyonun sadece küçük bir parçası, ancak Türkiye için bir ulusal güvenlik meselesidir. Burada Türkiye açısından en büyük hatalardan biri, başından bu yana PKK ile mücadeleki stratejisinin stratejik düzeydeki bağımlı değişkenini ısrarlı bir biçimde dışarıya, özellikle de ABD’ye endekslemesi. Diğer bir ifade ile, Türkiye müstakil ve her durumda uygulamaya koyacağı kademeli bir strateji benimsemek zorunda.
Türk-Amerikan ilişkilerinde buzul çağına girmemek için her iki aktörün de “pire için yorgan yakacak” tercihte bulunmaması hayati önem taşıyor.
Aksi bir durum, Ortadoğu coğrafyasını önümüzdeki dönemde daha da hareketli hale getirecektir.
[Star Açık Görüş, 14 Mayıs 2017].