Hafta sonu katıldığım bir toplantıda Alman konuşmacı bir soru sordu.
Hangi dönemdeyiz? 1648 mi? Yoksa 1991 mi? Birinci tarih otuz yıl savaşlarının bitişine işaret eder.
İkinci tarih Soğuk Savaş'ın bitişidir. Her ikisinin de yeni bir dünya düzeni kurduğu düşünülür.
1648 modern uluslararası ilişkilerin doğuşu olarak bilinir. Kilisenin etkisi kırılmış, dinin devletlerarası siyasette etkisi azalmış, krallar güçlenmiş ve her ülkenin hem iç hem de dış siyasette egemen olduğu fikri yaygınlık kazanmıştı. Buna göre ne papa ne imparator ne de başka bir kral bir başka kralın iç ve dış işlerine müdahale edemeyecekti.
Yine söylenir ki, bu tarihten sonra devletlerarası ilişkiler bir çeşit sıfır toplamlı rekabet alanı olmuştur. Yani kavga gürültü eksik olmamış. Herkes kendi kazancını hesaplamak yerine ötekilere zarar vermenin peşine düşmüştür. O tarihten 1991'e kadar (aslında bu hikâyenin neredeyse tamamı Batı tarihidir) savaşlar ve mücadeleler birbirini izlemiştir.
Ama 1991 ve devamında iyimserler dünyanın yeni bir düzene kavuştuğuna inandılar. Bu yeni liberal düzenin koruyanı Amerika sahibi tüm Batı olarak görüldü.
Hatırlayacağınız gibi bunu "tarihin sonu" olarak görenler oldu. Artık liberal demokrasiler kazanmıştı ve dünya barışçıl bir yer olacaktı. Amerika öncülük edecek, koruma sağlayacak, demokrasi yaygınlaşacak ve barış doğacaktı. Kimileri bu yeni dönemi devletlerarası düşmanlık değil rekabet dönemi olarak tarif etti. Buna mantığa göre, 1991 sonrasında devletler (aslında buradaki kasıt hep batılı devletlerdi) belki dost olmadı ama artık düşman da değildi. Sadece ekonomik alanda rekabet eden aktörlerdi. Siyasal zeminde barış doğmuştu.
Bunun üzerine Birleşmiş Milletler, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar aracılığıyla liberalleşme ve demokratikleşmeye varan küreselleşme yaygınlaşacaktı. Bu küreselleşme ve liberalleşme her ne kadar küreselleşmese ve batı dünyasında kalsa da, Batı dışını da sorunsuz bir şekilde yönetebiliyordu.
Diğerlerine ekonomik yaptırımlar ve gerekirse askeri müdahaleler yoluyla hiza verilebiliyordu.
Şimdi ise bu görüntünün dağıldığını görüyor gibiyiz. Alman konuşmacı onu soruyor? Neredeyiz? 1648'de mi yoksa 1991'de mi? Benim cevabım ise uzun süredir şu: 1648 döneminin örneklerinden biri olan 1935'teyiz. Yani İkinci Dünya Savaşı'na giden dünyanın bir benzerindeyiz.
İkinci Dünya Savaşı bitmemiş Birinci Dünya Savaşı'nın bir devamıydı. 1918'in galipleri dışında tüm dünyada adaletsizliğin yoğun bir şekilde hissedildiği bir dönemdi.
Bugün de Soğuk Savaş'ın galipleri dışında kimsenin memnun olmadığı bir dünyada yaşıyoruz.
1929 ekonomik bunalımı dünya ekonomisini ağır biçimde sarsmış devletlerin iç ve dış politikalarını etkilemişti.
2008 ekonomik krizi başta Amerika olmak üzere birçok ülkede iç ve dış siyasi dengeleri etkiledi. Yeni inanışlar oluşturdu.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika kendi kıtasına çekilmişti.
Avrupa'daki tüm ülkeler güvensizlik hissine kapılmıştı. Milliyetçilik artmış otoriter liderler yükselmişti. Obama döneminde Amerika tekrar dünyadan çekildi. Devletler kendi aralarında daha az güvenli. Popülizm yükselişte. İstikrarsızlık kartopu gibi büyüyor. Dünyanın dört bir tarafında devletlerarası çekişme ve krizler çıkıyor.
Belirsizlikler artıyor.
Böyle bir dünyada Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplandı. 1990'lardan bu yana BM reformu konuşulur. Hiçbir adım atılmadı. Şimdi o liberal düzen ortadan kalktı bile. Ama hala BM reformu falan konuşuluyor. Hiç gerçekçi tarafı yok.
Kimsenin aslında buna niyeti de yok.
Arakan'dan tutun Suriye'ye Irak'tan tutun Afganistan'a kadar bütün kriz alanlarına rağmen BM içi boş bir kütük gibi kenarda duruyor. Arada Erdoğan gibi bunları BM'nin yüzüne vuranlar oluyor.
O zaman da ya görmezden geliyorlar ya da mahkûm etmeye çalışıyorlar. Bilerek sahip çıkmadıkları düzen düşerken öfkeden doğru düzgün düşünemez haldeler.
[Takvim, 21 Eylül 2017].