Referanduma bir haftalık bir süre kala rüzgarın açık bir şekilde “evet”e döndüğü görülüyor. Bu durumun ortaya çıkmasının en temel sebebi hükümet sistemi değişikliğinin siyasi anlamının zamanla toplum tarafından idrak edilmiş ve sindirilmiş olmasıdır. “Hayır” bloğunun başat unsuru CHP’nin başlarda yürüttüğü sessizlik siyasetini bırakarak konuşmaya başlaması ve her ağzını açtığında klasik üstenci reflekslerini sergilemesinin bunda katkısı çok büyük. CHP’nin topluma verdiği mesaj “devletin asıl sahipleri biziz ve bu ülkeyi size yönettirmeyiz.” Bu mesaj çok bilindik ve buradaki “biz” toplum tarafından çok iyi biliniyor: Bürokrasi ve sermaye etrafında toplanmış ayrıcalıklı bir azınlık ve bu azınlığın hinterlandında laik-milliyetçi bir sosyoloji.
Elbette Avrupa devletlerinin toplumun zihninin netleşmesine katkısını da unutmamak gerekir. Topluma “Devletin sahibi siz değilsiniz, devleti yönetmenize izin vermeyiz” diyerek parmak sallayan sadece CHP değil. Almanya’nın başı çektiği bu küresel egemen yapının iktidarı Türk halkına layık görmeyen, halkın kendi kendini yönetmesine müsaade etmeyen sömürgeci zihniyeti, yaşanan son gerilimler neticesinde açık bir şekilde deşifre oldu. Türkiye’de halk iktidarının sembolü haline gelmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı aşağılayan, canavarlaştıran ve bir nefret objesine dönüştüren bu patolojik tavır toplumda zihinleri netleştirdi.
CHP ve Batı’nın yanı sıra halkın kendi kendisini yönetme ihtimali karşısında panikleyen bir başka gruptan daha bahsetmek gerekir. CHP ve Avrupa açıktan siyasi pozisyon alan ve kolektif duygulara oynayan bir siyasi söyleme savrulurken, bazı seçkinci kesimler ise halkın kendini yönetemeyeceği fikrini daha “rasyonel” argümanlar üzerinden işliyor. Yürütmeyi ve siyaseti güçlendirecek Cumhurbaşkanlığı sisteminin ülkede kaos yaratacağı tezi üzerinde duruluyor. Referandum geçse bile muhaliflerin direneceği ve buna karşı iktidarın da sert müdahelelerde bulunacağı bir siyasi gerilim ortamının bizi beklediği söyleniyor. “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak bir şekilde yozlaştırır” klişesi etrafında şekillenen bu pozisyonun arkaplanında ise, demokratik zihniyete sahip olmayan, yani sekülerleşmeden ve bireyselleşmeden nasibini almamış “karanlık” halk kitleleri ve bunların siyasi temsilcilerinin yönetimde etkin hale gelmesinin kaçınılmaz olarak Doğu’ya has irrasyonel ve despotik bir yönetim üreteceği inancı var.
Bu inancın CHP ve Avrupa tarafından da paylaşıldığı çok açık. CHP’nin kampanya logosu ve sloganları “aydınlık” bir azınlık ve “karanlık” kitleler karşıtlığına dayanıyor. Avrupa basını ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “despotik bir Sultan” ve destekçilerini ise onu körü körüne takip eden muhafazakar-dindar “sürü” olarak görme taraftarı. O halde “16 Nisan’da neyi oyluyoruz?” sorusunun cevabı, halkın kendi kaderini tayin edip etmeme, kendisini yönetip yönetmeyeceği meselesinde düğümlenmektedir. Daha açık bir ifadeyle, hükümet sistemi değişikliğinin temel çıkış noktası, halkın devlet yönetiminde çok daha etkin olduğu bir siyasi kurumsallaşmanın ortaya konmasıdır.
Monarşiden Oligarşiye
Tarihi süreç içerisinde ele alacak olursak söz konusu değişikliğin durduk yere ortaya çıkmadığını ve toplumda gerilimden ziyade bir rahatlama yaratacağını söyleyebiliriz. Gerçekten de yaklaşık 150 senedir ülkede yaşanan bir cumhuriyetleşme ve demokratikleşme tecrübesidir. Siyasetin metafizik sabitelerden kopması sonucunda ortaya çıkan bu durum geniş bir tarihi sürece yayılmıştır. İlk dönemde Sultan ile Bab-ı Ali arasında yaşanan çatışma, daha sonra bürokrasi ile halk arasındaki bir çatışmaya evrilmiştir. Yani monarşiden oligarşiye, oligarşiden de cumhuriyet ve demokrasiye doğru bir değişim ve dönüşüm söz konusudur.
1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet ilk geçişin somutlaştığı noktadır. İlk defa Sultan anayasal olarak toplumdan başka bir grubun baskısıyla sınırlandırılmıştır.
Sultan’ın egemenliği, gücü ve hukuku daha öncesinde de sınırlandırılıyordu ancak bunda toplumsal aktörlerin bir rolü yoktu. O halde buradaki kritik nokta Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren sürdürülen devlet ile toplum arasındaki mutlak ayrışmanın sonlanmasıdır. Egemenliği Sultan’ın tekelinden çıkaran parlamentonun tesis edilmesi, güçler ayrılığına doğru bir adım atılmış olması, yani kadim siyasetten modern siyasete geçişin yaşanmasıdır.
Birinci Meşrutiyet’ten İkinci Meşrutiyet’e giden süreç bu geçişin sancılı olacağını göstermiştir. Parlamento açıldıktan kısa bir süre sonra kapatılmış, yani geçiş kağıt üzerinde kalmıştır. Buna karşı İttihatçı muhalifler toparlanarak ve iyi organize olarak parlamentoyu bir darbe sonrasında 1909’da yeniden tesis etmiştir. Bu sefer 1876’dan farklı olarak hükümeti Sultan’a karşı değil, parlamentoya karşı sorumlu hale getirerek Saray’ın egemenliğini iyice daraltmışlardır. Cumhuriyete gidilen süreçte ise Saltanat tamamıyla kaldırılmış ve egemenlik halka verilmiştir.
Ancak egemenliğin halka verilmesi, halkın egemen olacağı, yani kendi kendini yöneteceği anlamını taşımıyordu. Burada halk teorik olarak, Sultan dışındaki herhangi “dünyevi ve halktan” bir otorite olarak anlaşılmalıdır. Pratikte ise egemenliğin taşıyıcısı bürokratik oligarşi olmuştur. 1923 bu anlamda monarşiden cumhuriyete ve demokrasiye değil, oligarşiye bir geçiş niteliğindedir. Türk siyasetinde bundan sonraki süreç ise bir cumhuriyetleşme ve demokratikleşme süreci olarak cereyan etmiştir.
Oligarşiden Demokrasiye
1923-50 arası devlet ve toplum net bir şekilde birbirinden ayrı tutulmuştur. 1925 ve 1930’da çok partili hayata geçiş denemeleri Batılı bir toplum görüntüsü sergileme çabasından öteye geçememiştir. 1950’de ilk ciddi adım atılmış ve yaşanan kırılma oligarşik yapıda büyük bir gedik açmıştır. 1950-1960 arası elbette pür bir bürokratik oligarşi ile halk çatışması olarak görülemez. Bu daha çok Kemalist elit için bir mücadele olarak gerçekleşmiş, bu çatışmada halk, zayıf tarafta bulunan Demokrat Parti tarafından bir güç unsuru ve koz olarak siyasetin içine çekilmiştir. Tam da bu sebeple İttihatçı geleneği devam ettiren Kemalist bürokrasi çok partili hayata geçişi bir “karşı-devrim” olarak adlandırmıştır.
10 yıllık ara dönemi sonlandıran 1961 Anayasası, 1950 öncesine dönmek yerine, parlamenter sistemi halkın iktidarını sınırlayacak şekilde dizayn etmiştir. Buradaki denge devlet yönetiminde sivil siyaset ile istikrarın sağlanması ancak sivil siyasetin bürokratik oligarşinin kırmızı çizgilerini aşmamasıdır. Bu, 1961’de yasama organı ikiye bölünerek (Meclis’in üst kanadı halktan kopuktur) ve siyasetin etrafı bürokratik vesayet kurumlarıyla donatılarak yapılmıştır. 1961 düzenine halkın tepkisi 1965’te Adalet Partisi’ni tek başına iktidar yapmak olmuştur. Ancak Süleyman Demirel ve AP kendisine verilen misyonu yerine getirmekten hep uzaktır. Bu misyon tek kelimeyle halkın iktidarını sağlamaktır.
1982 Anayasası’yla ise yürütme ikiye bölünerek ve siyasetin etrafı daha başka vesayet kurumlarıyla çevrelenerek oligarşik yapı dizayn edilmiştir. Halkın 1982 düzenine tepkisi 1983’te Anavatan Partisi’ni iktidara taşımak olmuştur. Ancak ANAP da aynen AP gibi sistemi dönüştürememiş ve zamanla halkla bağlarını kopararak siyasi meşruiyetini ve anlamını kaybetmiştir.
1990’lı yıllar 1961’de kurulan denge siyasetinin darmadağın olduğu ve devletin derin bir krize girdiği dönem olmuştur. Bunda sosyolojik dönüşümlerin etkisi büyüktür. Toplum şehirlileştikçe ve çoğulculaştıkça kontrol edilmesi de zorlaşmıştır. Devletin krize cevabı, doğuda sıkıyönetim ve batıda 28 Şubat ile olmuştur. Toplumsal talepleri devlete kanalize edemeyen devlet bunları bastırmayı seçmiştir.
Toplumun buna cevabı ise 2002’de AK Parti’yi tek başına iktidara taşımak oldu. Halkın iktidarını gerçekleştirme misyonu bu sefer Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti’dedir. Bu amaca yönelik olarak AK Parti iki önemli dönüşüm gerçekleştirmiştir. Bunlardan ilki siyasetin etrafını saran askeri ve sivil vesayet kurumlarını ortadan kaldırmak ve geriletmektir. 15 yıllık süreçte AK Parti halkın iktidarı için demokratik siyasetin alanını genişletmiştir.
İkinci dönüşüm ise siyasetin halkın iktidarını sağlayacak şekilde kurumsallaştırılmasıdır. Burada 2007’de Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi için gerçekleştirilen anayasa değişikliği önemli bir kırılma anını oluşturmaktadır. 1982 Anayasası’nın siyasal sistem dizaynında Cumhurbaşkanının misyonu rejimin bekçiliğini yapmaktı. 2007 değişikliğiyle beraber bu dizayn bozulmuştur. 2014’te Erdoğan’ın doğrudan halk tarafından seçilmesiyle fiili olarak oligarşik bir yapılanmadan demokratik bir yapılanmaya doğru adım atılmıştır.
16 Nisan 2017 referandumu bu fiili durumun hukukileştirilmesi anlamına geliyor. “Evet” halkın iktidarını garanti altına alacak bir siyasi kurumsallaşmanın hayata geçirilmesidir. Halkın yıllardır siyasete yüklediği misyonun en nihayet tamamına erdirilmesidir. Bu durum halkta psikolojik bir rahatlama doğuracak, devlet ile toplum arasında sağlıklı bir ilişkinin yolu tamamıyla açılacaktır. Bunun neticesinde otorite boşluğunun olmadığı bir ortamda demokratik siyasetin serpildiği; toplumun enerjisini çatışmalara değil, üretime verdiği; dış müdahalelere kapalı bağımsız bir siyasi yapı ortaya çıkacaktır.
“Hayır” ise eski Türkiye’ye, yani oligarşik düzene özlem duyan aktörlere harekete geçmeleri için yeşil ışık yakacaktır. Erdoğan ve AK Parti’nin karizmasının sarsılması devlette bir otorite boşluğunun ortaya çıkmasına yol açacaktır. Bu durum demokratikleşmeden geri adım atılmasını getirecektir. Eski vesayet odakları anti-demokratik siyasi formatlarına geri dönecek, devletin içindeki ve dışındaki terör örgütleri saldırılarını artıracak, bunun doğuracağı siyasi istikrarsızlık ekonomik istikrarsızlığı körükleyecek ve en nihayet toplumda bir güvensizlik ve gerginlik ortaya çıkacaktır.
Sonuç itibariyle 16 Nisan sadece demokrasinin, yani halkın iktidarının değil, aynı zamanda ülkenin ekonomik kalkınmasının, askeri güvenliğinin ve bağımsızlığının da oylanması anlamını taşımaktadır. “Evet” Türkiye’yi cumhuriyet ve demokratik bir rejime ulaştıracakken, “hayır” ise uzaklaştıracaktır.
[Star Açık Görüş, 9 Nisan 2017].