SETA > Yorum |
Üç Yıl Sonra Arap Baharı'nı Konuşmak

Üç Yıl Sonra Arap Baharı'nı Konuşmak

Beşşar'ın katliamları, Mısır'daki darbe, Tunus'ta istikrarı bozma çabaları, Libya'daki karışıklıkların hepsi statükonun direnişinin özünde aynı olan, metotta farklılaşan birer parçasıydı.

Arap Baharı denilen olgu üçüncü yılını doldurdu. Ben bu olgunun sadece Arap ülkeleriyle sınırlandırılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Arap Baharı, Türkiye'nin de içinde olduğu ve Ortadoğu'nun geneline teşmil edebileceğimiz, bölgesel statükoya ve onun yarattığı anormalliklere başkaldırıyı esas alan bir olguya işaret etmekte.

Biz Sykes-Picot'yu, Camp David'i Arap Baharı ile birlikte fazlasıyla konuşmaya başladık. Çünkü Arap Baharı en başta 1. Dünya Savaşı'yla birlikte doğan, 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş ile şekillenen ve Camp David ile netleşen bölgesel sisteme bir baş kaldırıydı. Mezkûr bölgesel sistem, sadece bölgedeki ülkeler arasındaki ilişkilerin doğasını değil, bölgenin sosyo-ekonomik yapısından Ortadoğu halklarının günlük yaşamına kadar birbiriyle ilintili birçok dinamiği de belirlemişti.

Ne Hüsnü Mübarek, ne Zeynelabidin Bin Ali ne de Beşşar Esed, bölge insanı istedi diye iktidardaydı. Tam da aksine halka rağmen, bölgesel sistemin dişlilerinin bir parçası olarak on yıllar boyunca iktidarlarını sürdürdüler. Körfez'in krallıklarından Levant'ın sözde cumhuriyetlerine ve yarı demokrasilerine kadar bölgenin tüm ülkeleri, kendilerine halklara rağmen kendilerine çizilen çizgiler içerisinde hareket ettiler ve halkların çizgilerini belirlediler.

Küresel hegemon ABD'nin (Soğuk Savaş yıllarında Sovyet Rusya'nın da) çıkarlarını önceleyen ve yine 1. Dünya Savaşı'nın bölgeye dışarıdan enjekte ettiği İsrail'in güvenliğini merkeze alan bir sistemdi bu. Kendisiyle barışık ve kavgalı görünen tüm aktörleri bir girdap gibi içerisine çeken; barış halindeyken veya savaşırken bile kendisine direkt veya dolaylı olarak hizmet ettiren bir sistemdi bu.

DEĞİŞİM KAÇINILMAZ

Arap Baharı, bölgesel sistemin doğuşundan hemen hemen 100 yıl sonra başladı ve her ülke tarihi şartları, sosyo-ekonomik yapısı ve jeostratejik önemi ölçüsünde bu olgudan faydalandı ve faydalanıyor. Pandoranın kutusu bir defa açıldı... Tüm çalkantılara, darbelere, kanlı baskınlara, katliamlara rağmen geri dönüşü olmayan bir yola girildi. Hızlı veya yavaş, 1 yılda veya 10 yılda, sulh ile veya çatışmayla, pürüzsüz veya gelgitlerle... Değişimin önünü kapamak artık oldukça zor. Ne hürriyeti uğruna ölen bir Suriyeli ne de hürriyete kavuşmalarını engellemek için halkını öldüren Esed, artık değişimden kaçabilir. Ne de darbeci Sisi tüm benzerliklerine rağmen Mısır'ı Mübarek gibi yönetebilir.

Arap Baharı yüzyıllık ezberleri hedef aldığında, yüzyıldır Ortadoğu'ya tahakküm eden küresel ve bölgesel aktörler doğal olarak direnişe geçti. Beşşar'ın katliamları, Mısır'daki darbe, Tunus'ta istikrarı bozma çabaları, Libya'daki karışıklıklar ve hatta Türkiye'deki "darbe" girişimlerinin hepsi vs. statükonun direnişinin özünde aynı olan, metotta farklılaşan birer parçasıydı.

VESAYETE HAYIR!

Tunus'tan Türkiye'ye kadar tüm halklar, bölgesel sistem ve onun ülkelerinde peyda ettiği vesayet rejimlerini hedef aldılar. Evet, Arap Baharı halkların vesayete "hayır" deyişinin bir ürünüydü. Halkın kendi iradesiyle şekillendirmek istediği siyasetin bağımsızlık mücadelesiydi. İster polis olsun, ister asker olsun, ister istihbarat olsun, isterse de dini cemaat soslu paralel bir yapı olsun... Halk vesayetlere karşı çıktı, çıkıyor ve çıkacak...

Bırakın birkaç senedir bu olgunun parçası olan bazı Arap ülkelerini, Türkiye gibi 10 küsur senedir bu olgunun merkezinde yer alan bir ülke bile hâlâ