Belli bir süredir Batı'daki Türkiye karşıtlığını anlamaya ve elimden geldiğince anlatmaya çalışıyorum. Çünkü Batılı ülkeler klasik jeopolitik gerilim alanlarını bir kenara bırakmış ve sanki tek gündemleri Türkiye olmuş gibi bir hal içindeler. Eğer biz Türkiye'nin buna nasıl cevaplar üreteceğini planlamak istiyorsak bu durumu ortaya çıkaran asıl faktörleri netleştirmemiz lazım.
Bu soruya kabaca iki farklı cevap verebilirsiniz. Birincisi Batı ülkelerindeki Türkiye karşıtlığını yaygınlaşmış bir psikolojik tepkiye bağlayabilirsiniz. Batı'daki karar ve fikir yapıcıların Türkiye'nin kat ettiği mesafeden duygusal olarak rahatsız olduğunu düşünebilirsiniz. Gerçeklik payı da var. Batı ittifakı hareketsiz kalmışken Türkiye adım adım güçleniyor. Sınırlarındaki tüm sorunları büyük oranda kendi lehine çözebiliyor. Doğu Akdeniz'den Azerbaycan'a kadar güvenli bir hat kurmakla kalmadı aynı zamanda buralarda yeni alanlar elde etti. Öte taraftan Batı ülkelerinin hiçbiri bu bölgelerde etkin değil. Aksine kendi iç çekişmelerinde boğuşurken uluslararası siyasette savruk bir görüntü ortaya koyuyorlar.
Bu da Türkiye için geniş bir hareket alanının doğmasına neden oluyor. Bir taraf güç kaybederken diğer tarafın güç kazanması tabii ki duygusal tepkilere neden olabilir.
Bunun adı uluslararası ilişkilerde "göreli kayıptır" ve son derece tehlikelidir. Eski güçlülerin çaptan düşmesi yeni yükselenlere normalden daha fazla öfkeli hale gelmesine neden olur. Duygusallık barındırdığı için rasyonel etkileşimi engeller.
Bunun sonuçlarını hem AB hem de ABD örneklerinde görüyoruz. Türkiye karşıtlığını bu duygusallığın köpürtebileceğini anlıyoruz.
Ama tek sebep bu değil gibi. Duygusallık boyasına girmiş olmasına karşın ortada reddedilemeyecek gerçekler de var. Türkiye uluslararası ilişkilerin klasik anlamında bir "büyük güç" olma yolunda ilerliyor. Büyük güçler kendi kendine yeter aktörler demektir. O seviyeye ulaştıklarında da artık bırakın kontrol edilmeyi koca bir jeopolitik alanın kontrolden çıkmasına neden olabilir. Mesela Türkiye'nin bu statüye ulaşması Orta Asya'dan Orta Doğu'ya, Afrika'dan Avrupa içlerine kadar baş edilmesi gereken yeni bir rakibin doğması demektir. Yani Batı'nın Türkiye korkusunun altı boş değil. Hele de Batı'daki savrulmayla birlikte düşünüldüğünde rasyonel hesaptan çıkıp duygusallaşma ihtimali de doğar.
Ortada doğru düzgün bir planları yok. Ama yaygın bir his olarak Türkiye'nin bir an önce durdurulması için "önleyici tekniklerin" sahneleneceğini tahmin edebiliriz. Siyasi ve askeri olarak felç olmuş Batı'nın ortaya koyabileceği tek önleyici teknik ekonomik baskı gibi görünüyor. Ancak herkes yine biliyor ki, ekonomik baskılar dünya siyasetinin en kullanışsız yöntemlerinden biridir. Arzu edilen sonucu doğurmak yerine tersine sonuçlar üretir.
Böyle bir çıkmazın içinde olan Batı'nın çok konuşup az iş yapması şaşırtıcı değil. Dikkat ederseniz sürekli tehdit var ama uygulama zayıf. Son AB liderler zirvesinden de etkili bir yaptırım çıkmadı. CAATSA yaptırımlarının da eğer geçiş sürecindeki boşluğa kurban gitmezse, benzer bir şekilde çıkma ihtimali çok yüksek.
Bu tür şartlar altında Türkiye'nin yapması gereken şey var. Birincisi ekonomik olarak güçlenmek. İkincisi stratejik olarak korkusuz adımlarına devam etmek. Fırsatları değerlendirmek. Ekonomik baskının bile bir yıldan önce gelmeyeceğini düşünürsek bu süre zarfında elde edilecek her somut kazanım Türkiye'nin pazarlıkta çıtayı daha da yukarıya çekmesine imkan veriyor.
[Sabah, 12 Aralık 2020].