Ortadoğu’da son yıllarda yaşanmakta olan gerilimler ve çatışmalar uzun bir süredir dünya siyasetinin sıcak gündemini teşkil etmektedir. Irak’ta 4 yıldan uzun bir süredir devam etmekte olan Amerikan işgali Irak’a istikrar getirememiştir. Irak işgali hızla bir iç savaşa dönüşmektedir. İç savaş durumunda ortaya çıkabilecek yıkım, hem Irak, hem de bölge açısından şu ana kadar yaşanan yıkımın çok daha ötesine geçecektir. Arap, Türkmen ve Kürt unsurlarından oluşan Irak, adeta Ortadoğu’nun mikrokozmozudur.
Bu nedenle Irak’ta yaşanmakta olan etnik ve mezhepsel çatışmaların bölgenin geneline yayılma tehlikesi oldukça fazladır. Özellikle kendi içinde “Kürt Sorunu” yaşayan, Türkiye, İran ve Suriye, Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmeleri yakından takip etmektedirler. Irak’ın durumuyla ilgili belirsizlik ve Kürt/Kürdistan Sorununun, Ortadoğu’nun önümüzdeki birkaç on yılına damgasını vurması beklenmekte.Ortadoğu’daki diğer bir belirsizlik unsuru ise İran’ın nükleer programıyla ilgili tartışmalardır. ABD, İsrail ve Avrupa devletleri İran’ın nükleer teknolojiye sahip olmasını kendi çıkarları için ciddi bir tehdit olarak algılamaktadırlar. ABD ve İsrail ile İran arasındaki restleşmenin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi, bölgede geri dönüşü olmayacak gelişmelere neden olabilir. İran nükleer sorununun ne şekilde seyredeceği, İran’ın Batı ve özellikle ABD ile ilişkilerinin şekillenmesinde belirleyici olacaktır. İran ile ilgili ABD, İsrail ve Avrupalı ülkelerin asıl kaygısı ise İran’ın Ortadoğu’da ve özellikle Şiiliği kullanarak Irak’ın genelinde artan etkisidir. Ne bu etkiyi dengelemek için ne de İran nükleer gerilimini azaltmak için henüz somut adımlar atılabilmiş değildir.
Filistin-İsrail sorunu ise artık kronikleşen bir sorundur. Filistin halkının yaşamış olduğu adaletsizlikler yalnızca Arap dünyasında değil bütün İslam âleminde İsrail, ABD ve Batı karşıtı duyguları beslemektedir. Filistin sorununa adil bir çözüm bulunmadıkça ne medeniyetler arası diyalog çalışmaları somut neticeler ortaya koyabilir, ne de İslam dünyasındaki Batı karşıtı duygular yatıştırılabilir. Hamas ve el-Fetih arasında yaşanmakta olan gerginlikler, Filistin-İsrail sorununu daha karmaşık bir hâle getirmektedir. Görünen o ki Hamas gibi örgütlere seçimle iş başına gelseler dâhi kısa vadede meşru siyaset zemininde hayat hakkı tanınmayacak.
Lübnan’da 12 Temmuz 2006 tarihinde Hizbullah militanlarının sınırı geçerek, üç İsrailli askeri öldürmesi ve ikisini rehin alması ve karşılık olarak İsrail’in askeri operasyon başlatması üzerine patlak veren savaş, ise 14 Ağustos 2006 tarihinde ilan edilen ateşkes ile son buldu. Lübnan’da Hizbullah’a karşı girişilen operasyon başlarda İran’a karşı askeri müdahale öncesinde bir temizlik harekâtı olarak algılanmıştı, ancak İsrail, ABD ve diğer aktörler Hizbullah’ın hiç de tahmin edildiği gibi kolay lokma olmadığını anladılar. Lübnan’da ateşkes ilan edilip, UNIFIL barış gücü misyonunun konuşlandırılmış olması taraflar arasındaki sorunları gidermeye yetmemiştir. Nüfus ve kapladığı alan olarak fazla olmasa da, coğrafi konumu, karmaşık içyapısı ve dış bağlantılarıyla Lübnan’daki gelişmelerin bölgenin tümünü etkileyebileceği iç savaş döneminde tecrübe edilmiştir. Ortadoğu’daki tüm devlet ve grupların Lübnan’da çıkarları söz konusudur.
Amerikan Hegemonyasının Sonu mu? Amerika’nın dış politika yapım sürecine etkide bulunan önemli düşünce kuruluşlarından Council on Foreign Relations’ın başkanı Richard N Haas, Foreign Affairs Dergisi’nin Kasım/Aralık 2006 tarihli sayısında “The New Middle East” (Yeni Ortadoğu) başlıklı bir makalesinde Ortadoğu’da Soğuk Savaş sonrası şekillenen Amerikan hegemonyasının sona erdiğini ve bölgede yeni bir döneme girildiğini vurgulamıştı. Irak işgalinin mimarları olan Neo-Con ekip başta Savunma Bakanı Donald Rumsfeld olmak üzere tasfiye olmaya başladı. Neo-conların çatışmacı retoriği bölgedeki diğer radikal unsurları hareketlendirmişti. Bu radikalleşme eğilimi Ortadoğu’daki Mısır, Ürdün, Suriye ve Suudi Arabistan gibi otoriter rejimleri de tedirgin etmekteydi. Geriye dönüp bakıldığında Ortadoğu’da radikalleşme eğilimlerinin başta bölgenin dışsal unsuru olan ABD’nin çıkarları olmak üzere tüm yerleşik kurumları tehdit ettiği görülmekte.
Amerika’nın Ortadoğu’daki operasyonlarına ivme kazandıran gelişmelerin başında, şüphesiz 11 Eylül 2001 saldırıları gelmekteydi. Irak işgali ile onun temel gerekçesi olan teröre karşı küresel savaş arasında bir bağlantı sağlanamadı ve Irak işgali’nin üzerinden 4 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına karşın dünya kamuoyunun kanaati, Irak işgali’nin ABD’nin teröre karşı küresel savaşında işini zorlaştırdığı yönünde. Irak terör gruplarının eğitim sahası haline geldi. Irak işgalindeki başarısızlık, İran nükleer gerginliğinde Amerika’nın başarısız bir politika yürütmesi ve son olarak İsrail’in Lübnan’ı işgali ve Hizbullah’ın etkin bir bölgesel aktör olarak ön plana çıkmaya başlaması Amerikan hegemonyasının sonuna gelindiğinin belirtileri olarak algılanabilir.
Etnik ve mezhepsel yapısı nedeniyle Irak’ı andıran; Hizbullah’ın bağlantıları nedeniyle İran ve Suriye ile yakından ilintili olan ve Filistin-İsrail sorunuyla bağlantısı olan Lübnan’da işlerin Amerika ve İsrail’in beklentileri doğrultusunda gitmemesi bu değişimin önemli bir habercisiydi. İsrail’de, Hizbullah’a karşı savaşın sorumlusu olarak gösterilen Ehud Olmert Hükümeti’nin suçlanması ve ABD nezdinde kredisini tüketmiş olması Hizbullah’a ve benzeri örgütlere karşı duyulan tedirginliğin de göstergesidir. İsrail siyasetinin gerginleşmesinin bölgenin genelinde radikal grupları hareketlendirdiğini gören ABD, Neo-Con’ların tasfiyesinden sonra İsrail’de de daha ılımlı bir hükümet arayışı içindedir.
Soğuk Savaş döneminin denge koşullarında ve Amerikan/İsrail ittifakının hegemonyasının yaşandığı 90’lı yılların başından bu yana geçen dönemde Ortadoğu’da, baskıya dayalı da olsa, nispeten daha istikrarlı bir dönem yaşanmıştır. Ancak bugün, etnik ve mezhepsel ayrımların ortaya koyduğu merkezkaç kuvvetini dengeleyecek başka unsurlar henüz ortaya çıkmış değildir. Bu aşamada, belki de tek toparlayıcı faktör Ortadoğu halklarının on yıllardır savaşmaktan, çatışmalardan ve diktatör rejimlerden bıkmış oldukları gerçeğidir.
Ortadoğu’nun Yeni Düzeni Ortadoğu siyasetinde, bundan sonra tek bir hegemonik gücün hâkim olduğu, baskıya dayalı bir istikrardan ziyade çok daha ince ve esnek bir güçler dengesi dönemi beklenmekte. Amerika’nın bölgeye dair siyasetinin rengini “neo-conservative” değil, “neo-realist” bir strateji alacaktır. Bu denge içerisinde ABD halen en etkin güç olma konumunu sürdürecek, ancak askeri yöntemler ve baskı politikasının yerini çeşitli aktörlerin değişik düzeylerde dâhil olduğu diplomatik yönü ağır basan realist bir mücadele alacaktır. Diplomasiye alan açabilmek için Ortadoğu’nun genelinde radikal unsurlar tasfiye edilmeye çalışılacaktır.
Bu değişimlerden, Türkiye de dâhil olmak üzere, tüm bölge ülkeleri etkilenecektir. Bu dönemde ittifaklar, değişen çıkarlar ve oluşan karşı ittifaklar nedeniyle çok daha esnek olacaktır. İdeolojik birlikteliklerin yerini çıkar merkezli hesaplar alması ve etnik ve mezhepsel ayrımların bu dönemde daha merkezî bir rol oynaması beklenmektedir. Ortadoğu’nun geleceğinde yabancı unsurların daha dolaylı ve kendilerine yakın aktörler üzerinden rol oynaması ve bölgesel aktörlerin daha etkin olması beklenmektedir. Bu aktörlerin, modern ulus-devletler değil, bölgedeki devlet sınırlarını aşan etnik veya mezhep temelli ve dış desteğe bağımlı aktörler olmaları kuvvetle muhtemeldir. Lübnan, Filistin ve Irak gibi güçlü merkezi devlet yapılarının olmadığı ortamlarda Hizbullah, Hamas gibi örgütler ve etnik/mezhepsel gruplar önümüzdeki süreçte daha fazla rol oynayacaklardır. Siyasi merkez ile çevre unsurların, merkeze bağlanma süreci Avrupa tarihinde uzun bir zaman zarfında gerçekleşebilmiştir. Benzeri bir sürecin Ortadoğu’da hızlı bir şekilde yaşanacağını beklemek fazla iyimserdir.
Lübnan kriziyle Ortadoğu’da bir süredir oluşmaya başlayan cepheleşme daha da belirgin hale gelmiştir. ABD, İsrail ve Kuzey Irak Kürt bölgesinde oluşan “Yeni Ortadoğu Cephesi”ne karşı; Suriye, İran, Hizbullah ve Hamas’tan oluşan “Direniş Cephesi” belirginleşmiştir. Amerika’nın şu aşamadaki asıl kaygısı bu mücadelenin İran tarafından yönlendirilir hale gelme olasılığıdır. Bu nedenle ABD’nin, İran’ı dengeleyici diğer bölgesel aktörlerle çok daha sıkı ilişki içinde olması gerekmektedir. Bu tabloda diğer önemli konu ise oluşmaya başlayan üçüncü cephe, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez Emirliklerinden müteşekkil “Ilımlı Sünni Blok”tur. Türkiye’nin de bu blok içinde yer alması Amerika tarafından arzulanan bir gelişmedir. Türkiye şüphesiz askerî, siyasî ve iktisadî açıdan bölgenin en etkin aktörlerden biri olmaya devam edecektir.
Amerika’nın etkili düşünce kuruluşlarından RAND Corporation’un 2007 tarihli “Ilımlı Müslüman Ağları Oluşturmak” başlıklı raporu da, Amerika’nın İslam dünyasına dair yeni politikasının ipuçlarını vermektedir. Amerika’nın Ortadoğu’da askeri ve siyasi açıdan etkinliğine karşı kapsamlı bir meydan okuma yaşandığı bir dönemde, “yumuşak güç” kullanımıyla etki alanını korumak istemektedir. Tehditler yoluyla düşman bloğu genişletmektense muhtemel dostlarının iç siyasetteki konumlarını güçlendirmek çıkar yol olarak görülmektedir. Sivil toplum ve yardım kuruluşlarının ağırlıklı rol oynadığı bu yeni politikanın şüphesiz en önemli etkileri Ortadoğu’da hissedilecektir. Dışardan dayatılan yapay tasarımlar tarihsel olarak Ortadoğu’ya istikrar getirmemiştir. Böyle kaotik bir ortamda barışçı bir istikrar ancak bölgenin tüm aktörlerin siyasi, sosyal ve kültürel katılımlarının sağlandığı bütüncül bir süreçle elde edilebilir. Ancak Ortadoğu’da bu süreci yürütmeye istekli hem tarihi, kültürel birikim ve meşruiyeti ve hem de siyasi güce birlikte sahip olan bir aktör mevcut değildir. Ortadoğu’da yeni ve kapsamlı bir barış süreci başlatılabilmesi için bu konuya öncülük edecek samimi aktörlerin daha etkin bir işbirliği içerisinde olmaları gerekmektedir.