Türkiye’de anlık değerlendirmeler yaygındır. Severiz; bir olay, bir söz veya bir gelişme üzerine uzun vadeli değerlendirmeler yapmayı. Bir taraftan Türkiye’yi olayların gelişmelerin merkezinde görürüz; fakat diğer taraftan (işimize gelmeyince) Türkiye’yi değerlendirirken bölgesel ve küresel süreçlerin içerisinde göremeyiz.
Türkiye tabii ki eşsiz bir ülke. Tarih boyunca özel bir konumda olmuşuz. İnişlerimiz, çıkışlarımız olmuş. Dinleyince göğsümüzü kabartan zaferlerimiz de var; sosyo-politik kodlarımızı etkileyen travmalarımız da. Türkiye’yi Türkiye yapan tüm hususiyetlerimizin yanında en büyük gerçekliklerimizden birisi içerisinde bulunduğumuz bölgelerin, havzaların ve zamanın bir parçası olmamız.
Avrupa tarihi, Türkiyesiz yazılamaz. Ama aynı zamanda Türkiye tarihini yazmak isteyen birisi, Ortadoğu tarihinden de Avrupa tarihinden de bahsetmelidir. Türkiye’nin hangi bölgeye, kıtaya, medeniyete ait olduğu şeklindeki kategorik tartışmalar bir yana, Türkiye ile kendisini çevreleyen bölgeler, medeniyetler, dünya konjonktürü ve içinden geçtiğimiz süreçler birbirini etkilemekte.
Dünya zor bir süreçten geçiyor. Hassaten Türkiye’yi çevreleyen bölgeler de en az Türkiye kadar kritik süreçler yaşıyor. Tunus’ta başlayan ve Arap Baharı olarak anılan süreç, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Türkiye’den Avrupa’ya ve ABD’ye kadar dokunulmadık nokta bırakmadı. Ortadoğu’da yaşanan iç savaşlar, terör ve iltica hareketliliğinin siyasi etkileri ta okyanusun diğer tarafında hissedildi. Trump kampanyası, başarısını kısmen Arap Baharı sonrası Ortadoğu’da oluşan ve etkileri dört bir yana yayılan bu hareketliliğe borçlu. Arap Baharı’nı lüzumlu kılan sosyal ve siyasi koşullarda da Batı’nın büyük payı var. Yüzyıllardır Batı DNA’sında gömülü olan Türk ve İslam düşmanlığının, Batı’da politik doğruculuğa dahi gerek duymadan belirleyici siyasi trende dönüşmesi, tam da bu bölgeler arası iç içe girmişlik sebebiyle oldu.
Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız sorunlar da dünyanın içinden geçtiği buhranlı dönemle doğrudan alakalı. Bu buhrana değişik şekillerde reaksiyon gösteren ülkeler, kendi güçlerini konsolide etmek için siyasi trendleri rüzgar olarak arkasına alma peşinde. Yarattığı öteki üzerinden hem kendi kimliğini hem de siyasi nüfuzunu korumanın gayreti içerisinde. Yüzyıllık Osmanlı’da olduğu gibi Batı’nın ötekileştirme çabasının merkezinde yine Türkiye var. Gezi kalkışmasında saatlerce canlı yayın yapan CNN’den, doğrudan “Hayır” kampanyasına çalışan AB ülkelerine; tüm manşetlerini Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ayıran Alman gazetelerinden Türk Bakan’ın konsolosluğumuza gitmemesi için “vur emri” veren, olağanüstü hal ilan eden Holanda’ya; PKK’ya açıkça askeri destek veren ABD’den FETÖ’ye kucak açan Batılılara kadar son yıllarda yaşadığımız garabet, Türkiye’deki tartışmalar kadar Türkiye dışındaki sorunlarla alakalı.
Batı Türkiye’yi ötekileştirerek buhranını dışarıya yansıtmaya çalışıyor. Hollanda’da kimsenin umurunda olmayan seçim sürecinde hukuku çiğneme pahasına Türk düşmanlığı yapılması bu yüzden. DEAŞ’tan farksız Wilders’in zihniyetinin veya NSU’nun zirve yaptığı Hollanda ve Almanya, ırkçı projeleriyle İkinci Dünya Savaşı’na benzer koşulları hortlatan aşırı sağın kıskacındaki Avrupa, bu buhran döneminde sahip olduğunu düşündüğü “ahlaki üstünlüğü”çoktan kaybetmiştir. Bu kıskaçtan PKK’ya, FETÖ’ye, Hayır kampanyasına, Türk ve İslam düşmanlığına sarılarak veya kendi sorunlarını Türkiye’ye taşıyarak kurtulamazlar.
[Akşam, 17 Mart 2017].