Bu hafta sonu Antalya’da yapılan G-20 Zirvesi dikkatleri bu uluslararası forum ve Türkiye’nin bu yapı içerisindeki yerine çekti. G-20 olarak bilinen ülkeler topluluğu uluslararası sistemdeki güç dağılımını yansıtan önemli oluşumlardan birisidir. Dünya politikasını etkileme kapasitesi en yüksek
olduğu kabul edilen G-8 ülkeleriyle, güç açısından onlara en yakın olan 11 ülkeyi bir araya getiren bir örgütlenmedir. Bu örgütün toplantılarında dünyanın en gelişmiş 19 ülkesi ve Avrupa Birliği (AB) dünya sorunlarına çözüm bulmaya ve küresel politikaya yön vermeye çalışırlar. Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya üyesi oldukları AB’den ayrı olarak G-20’de temsil edilirler. G-8’de temsil edilmeyen Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin üyelikleri
G-20’yi daha önemli bir platform haline getirmektedir. Güvenlik Konseyi ve G-8 gibi, dünya politikasının şekillenmesinde etkili olan diğer uluslararası kurumlardaki temsil problemlerinden farklı olarak, G-20 bütün kıtalardan en etkili ülkeleri bünyesinde barındırmaktadır.
'GÜÇLÜLER KULÜBÜ'
1999 yılında kurulmuş olan ve “Güçlüler Kulübü” olarak da adlandırılan G-20, dünya ekonomik üretiminin yüzde 84’ünü gerçekleştirmekte ve dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisini temsil etmektedir. Üyeleri arasında ABD, Almanya, Fransa ve Kanada gibi Batılı ülkelerin ve Japonya, Çin ve Güney Kore gibi Doğu’nun Batı’nın 200 yıllık üstünlüğüne meydan okuyan ülkelerinin yanında, Güney’in Brezilya, Türkiye, Endonezya, Meksika, Güney Afrika, Suudi Arabistan, Hindistan ve Arjantin gibi uluslararası politikanın şekillenmesinde daha fazla rol talep eden ülkeleri de yer almaktadır. Aslında bu şekliyle bakıldığında G-20 toplantılarının, mevcut uluslararası sistemin en güçlüleriyle onların güçlerine ve dünya politikasını yönlendirme tekeline meydan okuyan yeni yükselen güçleri bir araya getiren ilginç bir forum olduğu görülür. BM Güvenlik Konseyi ve
G-8 gibi kurumlar üzerinden dünya politikasını belirlemeye çalışan “en güçlüler” artık bu kurumların yeterli olmadığını ve “yeni yükselen aktörleri” de oyuna dahil etmelerinin zorunlu olduğunu fark ettiklerinde G-20’yi oluşturmaya karar verdiler. Bu şekilde uluslararası düzene meydan okuyan bu yeni güçleri sistemin içerisinde tutmayı ve alternatif kurumlar oluşturup uluslararası sistemin yapısını kökten değiştirme arayışına girmelerini engellemeyi amaçlamışlardır. Ancak bu amaçlarında çok başarılı olduklarını ileri sürmek yanlış olacaktır.
G-20 içerisindeki birlikteliklerine rağmen, yükselen güçler olarak adlandırılan Brezilya, Arjantin, Çin, Hindistan ve Türkiye gibi ülkeler Batılı ülkelere karşı şüpheyle yaklaşmaya devam etmişlerdir.
YÜKSELEN YENİ GÜÇLER
Bunun temel nedeni, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin dünyanın geri kalan devletlerine karşı müdahaleci politika alışkanlıklarını terk etmemiş olmalarıdır. Sadece son dönemde ortaya çıkan WikiLeaks Belgeleri, Snowden Skandalı, NSA Dinleme Skandalı ve BND Dinleme Skandalı gibi gelişmeler bu ülkelerin sadece gelişmekte olan ülkelere karşı değil, birbirlerine karşı da “yıkıcı” faaliyetler içerisinde olduklarını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Uluslararası ilişkilerin “çıkar” odaklı yapısı bu tür müdahaleci politikaların doğal olduğunu söylese de, bu müdahalelerin çoğu zaman içişlerine karışmaya kadar varması ve özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki “hoşlanılmayan” iktidarların devrilmesini hedefleyen kampanyalara kadar uzanması ciddi rahatsızlıklara ve ikili ilişkilerde önemli sorunlara yol açmaktadır. G-20 içerisinde “yükselen güçler” diye adlandırılan ülkeler grubunu bu platform dışında kalan gelişmekte olan ülkelerden ayıran temel nitelik, bu yükselen güçlerin genellikle Batılı ülkelerden gelen bu manipülatif yıkıcı müdahale girişimlerine karşı artık daha sağlıklı bir bağışıklık sistemine sahip olmalarıdır...
Batı’nın üstünlüğüne meydan okuma çerçevesinde attıkları adımlar ve bu yolda ilerlerken karşılaştıkları engelleme çabalarına karşı geliştirdikleri savunma mekanizmaları artık onları daha sağlam bir hale getirmiştir. Ancak Batı’nın hala dünya üretiminin yaklaşık yarısını ve toplam askeri harcamaların ise yüzde 65’den fazlasını gerçekleştirdiği düşünüldüğünde, dünya politikasının şekillenmesindeki belirleyici rolünden kolay kolay vaz geçmeyeceğini ve bunu sorgulayan ülkelere yönelik müdahaleci-manipülatif politikalarını sürdüreceğini de ifade etmek gerekir.
Türkiye’nin G-20 içerisindeki yerine gelince, ilk değinilmesi gereken nokta, 2000’li yıllarda gösterdiği büyüme performansıyla bu örgüt içerisindeki konumunu pekiştirdiğidir. Gayri Safi Milli Hasıla, kişi başına milli gelir ve dış ticaret hacmi açısından bakıldığında örgütün 19 ülkesi arasında 15. sırada yer alan Türkiye, Suudi Arabistan ile birlikte Ortadoğu’yu temsil eden iki ülke arasında yer almaktadır. Bölgenin diğer önemli ülkeleri olan İran, İsrail ve Mısır’ın temsil edilmediği G-20’de üye olan Türkiye örgütün 21. Zirve toplantısına ev sahipliği yapıyor. Bu zirvede konuşulan konular arasında yer alan terör sorunu, Suriye ve mülteci meseleleri Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren ve zirveye katılan ülkelerin önemli bir kısmına yönelik haklı eleştirilerde bulunduğu konuları teşkil etmektedir.
TERÖRÜN HER TÜRÜYLE MÜCADELE
Öncelikle terör meselesine değinmek gerekirse, zirvenin katılımcıları arasında yer alan ve Türkiye’nin NATO çerçevesinde müttefikleri olan ABD ve diğer Batılı ülkelerin DAEŞ’e karşı mücadele ettiği gerekçesiyle PYD’ye destek vermeleri zirve sırasında görüşülecek terör sorunu çerçevesinde verecekleri mesajları anlamsız kılmaktadır. Bir taraftan teröre karşı güçlü bir işbirliği çağrısı yaparken diğer yandan açık bir şekilde Türkiye’nin güvenliğine karşı saldırılarda bulunan ve kendileri tarafından da terör örgütü olarak tanımlanan PKK’nın Suriye kolu olan bu örgütle işbirliği yapmaları Ankara tarafından şiddetle eleştirilmektedir. Özellikle de son dönemde PKK’nın Türkiye’deki saldırılarını yoğunlaştırdığı ve bu saldırılarda çok sayıda güvenlik görevlisi ve sivilin hayatını kaybettiği bir atmosferde hala bu örgütün Suriye ayağının desteklenmesi Türkiye tarafından sıklıkla dile getirilen “senin teröristin, benim teröristim” yaklaşımıyla hareket ettiklerini doğrulamaktadır. Bu ülkelerin NATO çatısı altında Türkiye ile kurdukları güvenlik ortaklığına rağmen, açıkça Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bu örgütlerle kurdukları ilişkiler, terör ve teröristlerin her zaman herkes tarafından tehdit olarak görülmediğini, bazen de kullanılmaya elverişli araçlar olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin PYD’ye verdikleri destek, bu ülkelerin kendi çıkar algıları doğrultusunda gerektiğinde terör örgütlerini de faydalı bir enstrüman olarak kullanabileceklerinin göstergesidir. İşte bu çıkar algılarının ne kadar uzak görüşlü olduğunun ve yanlış hesaplar çerçevesinde dönemsel olarak terör örgütleriyle kurulan işbirliklerinin uzun vadede kendileri için de ne tür zararlara yol açabileceğinin sorgulamasını yapmaları gerekir. PKK/PYD’yi kazanmaya çalışırken Türkiye ile sağlıklı bir ilişki sürdürme şansını ne kadar zora soktuklarının farkında olup bu politikalarını gözden geçirip geçirmeyeceklerini zaman gösterecek.
Batılı müttefiklerinin PKK/PYD konusundaki bu politikasını reddeden Türkiye, PYD ile PKK arasındaki organik bağlara dikkat çekerek, Türkiye’nin güvenliğine karşı savaşan bu örgütün Türkiye sınırında bir devlet kurmasına müsaade etmeyeceğini açıkça ifade etmektedir. PYD’nin Fırat’ın batısına geçmeye yönelik girişimlerine askeri müdahale ile engel olacağını da ifade eden Ankara, Batılı ülkelerin PYD’yi desteklemek yerine, Cerablus’tan Azez’e uzanan bölgeden DAEŞ’in uzaklaştırılarak burada Suriyeli mülteciler için bir güvenli bölge kurulması için Türkiye’ye destek vermelerini talep etmektedir. DAEŞ’e karşı savaşmasının PYD’yi terör örgütü olmaktan çıkarmayacağını ifade eden Türkiye, DAEŞ’e karşı savaşmak Nusra Cephesi’ni nasıl meşrulaştırmıyorsa PYD’yi de meşrulaştırmayacağının altını çizmekte ve Batılı müttefiklerinin bu konudaki yanlış politikalarını sonlandırmalarını istemektedir.
MÜLTECİ SORUNUNA ÇÖZÜM
G-20 Zirvesi’nin önemli konuları arasında yer alan Suriyeli mülteciler meselesinde de Türkiye’nin bu zirveye katılan ortaklarına yönelik önemli eleştirileri söz konusudur. Şam yönetiminin bu ülkeden komşularına yönelik mülteci akınına yol açan ağır saldırılarına karşı BM’yi harekete geçirmeyen Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri milyonlarca mültecinin Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e akın etmesine sessiz kaldılar. Aynı şekilde son zamana kadar bu konuda duyarsız bir politika izleyen Almanya gibi ülkeler, mülteci dalgası Avrupa’yı sarmaya başladığında sorunun ciddiyetini anlamaya başladılar ve telaş içerisinde Suriyeli mülteci meselesini gündemlerine aldılar. Ancak bu çerçevede izledikleri politikaya bakıldığında, mülteci sorununa kaynak teşkil eden Suriye ve Irak’taki iç savaşların bitirilmesi ya da Türkiye, Lübnan ve Ürdün’ün sırtında yoğunlaşanmevcut mülteci yükünün paylaşılmasından çok kendi sınırlarını mülteci akınına karşı nasıl tahkim edecekleri kaygısı içerisinde hareket ettikleri görülmektedir. G-20 Zirvesi’nde de sorunun, mülteci sorunu nedeniyle başında bulunduğu koalisyonun çatırtıları eşliğinde Türkiye’ye acil bir ziyaret yapan Almanya Başbakanı Merkel’in Ankara’ya yaptığı “mülteciler sizde kalsın size para verelim” teklifi sığlığında tartışılması riski az değildir.
G-20’nin güçlü sanayi ülkelerinin dünya sorunları konusundaki sorumluluklarının daha fazla farkında olarak, gerek mülteci sorunu, gerekse Suriye ve Irak iç savaşları ile bu savaşlar bağlamında bölgede güçlenen terörizm konusunda daha etkin ve tatmin edici politikalar izlemeleri gerekmektedir. Bunu yapmayıp, kısa vadeli çıkar algıları yüzünden, bu sorunlar çerçevesinde yaşanan insanlık trajedilerini görmeyen ve terör örgütlerini sadece tehdit değil aynı zamanda yanlış çıkar algıları çerçevesinde bir araç olarak da değerlendiren politikalarını sürdürmeleri durumunda uluslararası sistemdeki düzen kurucu pozisyonlarını sürdürmeleri zorlaşacaktır. Çünkü yine G-20 üyesi olup onları bu pozisyondan uzaklaştırmaya aday çok sayıda “yükselen güç” sırada beklemektedir.
[Star Açık Görüş, 15 Kasım 2015]