Geçen hafta Suriye’nin Kuzey’inde yaşanan gelişmeler, merkez medyanın planlı olduğu izlenimi veren abartılı manşetleri ve Kürt-Türk milliyetçi çevrelerinin provokatif söylemleriyle, neredeyse Türkiye’nin bütün Ortadoğu ve Suriye politikasını, Güney sınırımızda sallandırılan birkaç PKK bayrağı yüzünden revize etmesi sonucunu doğuracaktı.
Neyse ki, kamuoyunda kısa sürede karşılık bulan teyakkuz hali, siyasi aktörlerin ilk andaki tereddütlerinden sonra hakim olan sağduyuyla şimdilik sakinleşmiş görünüyor. Durum şimdilik sakinleşmiş gözükse de, önümüzdeki günler boyunca, kısa sürede bitmeyeceği anlaşılan Ortadoğu’daki yapısal dönüşüm süreci üzerinden Kürtleri ve kendi Kürt meselemizi konuşmaya devam edeceğiz gibi görünüyor.
Ortadoğu’daki gelişmeleri proaktif bir vizyonla doğru okuyup müdahil olan ve böylece bölgesel aktörlük rolünü gün geçtikçe tahkim eden Türkiye, başından sonuna kendi inisiyatifiyle yol alan Suriye’deki gelişmelerden nasıl bu kadar tedirgin olabildi? Toplumun, siyasi istikrarına ve toplumsal barışına kasteden silahlı bir örgütün serpileceği koşulların oluşmasından rahatsız olması anlaşılabilir, elbette. Ancak, silahlı örgütün kazanımları ile Kürtlerin kazanımlarını aynı potada birleştirip, dışarıdaki Kürtlerin siyasi kazanımlarından tedirginlik duyan bir ruh hali, Türkiye toplumunda nasıl bu kadar yaygın bir karşılık buluyor?
Bu ve buna benzer soruların cevabı için, hem devlet aklına hem de toplumsal algıya sinen resmi ideolojinin tehdit algılamasına bir daha bakmakta yarar var.
REJİMİN TOPLUM KAVGASI
Cumhuriyet, resmi ideolojisini, daha sonraki yıllar boyunca iç ve dış politikanın temel parametrelerini belirleyecek iki ilke üzerine inşa etti: laiklik ve milliyetçilik. Cari toplumsal dokuyu yadsıyarak bu iki ilke üzerinden yeni bir ulus inşa projesini hayata geçirmeyi hedefleyen siyasal rejim, tehdit algısını da bu iki ilkenin toplum tarafından benimsenmemesi ihtimali üzerinden tanımladı. Laiklik politikalarına yönelik direnç, ‘irtica’ ve/ya ‘şeriat’; milliyetçilik/Türkçülük politikalarına yönelik direnç de ‘bölücülük’ olarak kodlandı. Dini ve/ya etnik talepler üzerinden örgütlenen ülkenin dindar ve/ya Türk olmayan unsurları potansiyel iç düşmanlar olarak tanımlandı. Rejim, bu iç düşmanlardan gelebilecek muhtemel tehditlere teyakkuz üzerinden örgütlendi.
Böylece, verili toplumsal doku, benimsenen siyasal rejime potansiyel tehlike olarak kodlandı ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak üzere toplumla siyaset arasındaki geçişkenliği yadsıyan bir vesayet rejimi hayata geçirildi.
Soğuk savaş dönemi boyunca, siyasal rejim, anayasal kurumları ve toplum-devlet ayrışmasının derinleşmesini engelleme işlevi üstlenen merkez sağ ve sol partiler aracılığıyla, irtica ve bölücülük tehditlerinin adresi olarak kodladığı toplumsal-siyasal kesimleri kontrol altında tutmayı başardı. 1990’larda, geniş bir toplumsal taban ve siyasal bir terminoloji edinen etnik ve dini talepler, siyasal rejimi yeni bir pozisyon almaya zorladı. Rejim, toplumsal gelişmelere uygun yeni bir pozisyon almaktansa toplumsal gerçeklikle savaşmayı yeğledi. 1990’lar, devletin kendi vatandaşıyla sürdürdüğü anlamsız savaşla geçti.
Nihayetinde, devletin öngördüğünün aksine, dini ve etnik taleplerde bulunan siyasal-toplumsal kesimler daha da güçlendiler.
Etnik ve dinsel taleplerin geniş bir toplumsal tabana kavuşması ve siyasal bir terminoloji edinmesi, bu talepleri tehdit olarak kodlamaya devam etmenin toplumsal maliyetini arttırdı. Devletin etnik ve dinsel talepleri tehdit olarak görmeye devam etmesi, toplumsal barışı zedeledi. 2000’lerin başında, AK Parti, rejimin irtica tehdidinin muhatabı bir aktör olarak, devlet aklını, artık devlet ile toplum arasında anlamsız bir kısırdöngüye dönüşen bu paranoyadan kurtarmak üzere yoğun bir çaba gösterdi. Söylem ve politikalarını, kendisini irtica tehdidinin somut yansıması olarak gören toplumsal kesimleri ve siyasal aktörleri ikna etmeye ve irtica paranoyasını boşa çıkarmaya hasretti. Nihayetinde, 2000’lerin sonlarına doğru, siyasal rejim, tedrici olarak irtica tehdidinden ve bu tehdide yönelik teyakkuz pozisyonundan arındırıldı. Devlet aklının irtica paranoyasından arındırılması toplumsal barışın önündeki en büyük engellerden birini ortadan kaldırdı. Bu arınma süreci, varlığını bu paranoya üzerinden anlamlandıran rejim bekçilerinin sistem içindeki ağırlıklarının da kaybolmasına yol açarak siyasal rejimi normalleştirdi. Ancak, doğal olarak, resmi ideolojinin omurgasını teşkil eden iki ilkeden yalnızca birisinin toplumsal dokuyla barışık bir şekilde yeniden içeriklendirilmiş olması, siyasal rejimin tamamen demokratikleşmesine yetmedi. İrtica tehdidinden boşalan yer, kısa sürede, zaten öteden beri var olan bölücülük tehdidiyle dolduruldu. Öyle ki, bölücülük tehdidi eski siyasal ideolojinin yegâne düğüm noktası haline gelmiş durumda.
AK Parti, devlet aklını bölücülük paranoyasından arındırmak üzere, epey bir çaba sarf etti, aslında. Açılım süreci başlı başına bu amacı güdüyordu bile denilebilir. Ancak, bu tehdidin birincil muhatabı konumundaki aktörlerin toplumu ve devleti bölücülük endişesinin yersizliği konusunda ikna etmek hususunda anlamlı bir çaba içinde olmayışları; etnik talepler üzerinden örgütlenen silahlı bir örgütün varlığının bölücülük tehdidinin somut bir yansıması olarak algılanmaya müsait oluşu ve silahlı örgütün silah bırakma konusundaki isteksizliğinin dillendirilmeyen bir gizli hedef için savaştığı tezini dillendiren kesimleri haklı çıkarıyor oluşu, vb. birçok dinamik bölücülük tehdidini devlet aklından sökmek bir yana toplumsal bir karşılığa da kavuşturdu. Hatta denilebilir ki, bölücülük tehdidinin artık toplumsal bir karşılığa sahip oluşu, devlet aklından sökülüp atılamamasının en önemli gerekçesini teşkil etmiş durumda. AK Parti, hem bölücülük tehdidine muhatap olan kesimlerin bu tehdidi bertaraf etmek için neredeyse kılını kıpırdatmıyor olmaları, hem de maalesef bu tehdidin toplumsallaşmış olması dolayısıyla, irtica tehdidini devlet aklından arındırmak konusunda gösterdiği başarıyı, bölücülük tehdidi konusunda gösteremedi/gösteremiyor. Ancak, gerekçe her ne olursa olsun, bölücülük tehdidinin resmi ideolojinin merkezinde yer almaya devam ediyor olması ve üstelik de toplumsal bir karşılık elde etmiş olması, hem toplumsal barışın tam olarak sağlanamamasına hem de vesayet rejiminin tamamen geride bırakılarak demokratik rejime geçilememesine yol açıyor.
BÖLÜCÜLÜK VE İRTİCA PARANOYASI
Devlet aklının irtica tehdidinden arındırılması, Türkiye’yi içeride normalleştirirken, dışarıda da muazzam fırsatlara kavuşturdu. Yıllarca sırt çevrilen Arap-İslam coğrafyası, son yılların dış politika aktivizminin en önemli unsuruna dönüştü. İrtica paranoyasından kurtulan devlet aklı, Arap Baharının siyasal merkeze taşıdığı İslami hareketleri/partileri, ‘iç düşmanlarını’ güçlendirebilecek potansiyel bir düşman olarak ele alıp dışlamak yerine, İslam coğrafyasındaki siyasal mobilizasyonun merkezi aktörleri olarak görüp iyi ilişkiler kurmayı tercih etti. Devlet aklında yaşanan zihinsel kırılma neticesinde, Türkiye, Arap coğrafyasında yaşanan gelişmelerin nasıl yorumlanacağı, hangi aktörlerle ilişki kurulacağı, vb. konularda, on yıl öncesine göre, tamamen farklı bir siyasal pozisyon aldı. Bundan on yıl önce, irtica paranoyasının devlet aklını esir aldığı eski Türkiye’de, siyasal elitlerin, Mısır, Tunus, Libya ve Suriye’de bugünkü kadar aktif rol alacağını düşünmek hayal olurdu herhalde. İrtica tehdidine yönelik resmi ideolojideki revizyon Türkiye’nin dış politikasına nasıl yadsısıysa, bölücülük tehdidi ile ilgili bir revizyon yapmamış olması da aynı şekilde yansıdı. Bölücülük tehdidini devlet aklından söküp atamayan Türkiye, 2006 yılına kadar Kuzey Irak’taki gelişmeleri değerlendirmekte nasıl tökezlediyse, bugün de Suriye’deki gelişmelerden tedirgin oluyor. İçerideki Kürtlerin durumunu, gerekçe her ne olursa olsun, hal yoluna koyamayan Türkiye, bölücülük tehdidiyle yaşamaya, gelişmeleri bu tehdit doğrultusunda yorumlamaya ve dışarıdaki Kürtlerin kazanımlarından tedirginlik duymaya devam ediyor.
Oysa Türkiye, devlet aklından irtica paranoyasını söküp attığı için Ortadoğu’daki İslami oluşumlarla nasıl barıştıysa, bölücülük paranoyasından arınabildiği takdirde, komşu ülkelerdeki Kürtlerle de barışabilir(di). İrtica tehdidini geride bırakarak, Türkiye, İslami hareketlerin iktidara yürüyüşü üzerinden nasıl Ortadoğu’daki nüfuzunu derinleştirdiyse, bölücülük tehdidini de geride bırakarak, komşu ülkelerdeki Kürtlerin varlığını Ortadoğu’ya müdahil olmanın bir basamağı haline getirebilir(di). Ancak, Türkiye, bugün, Ortadoğu’daki İslami hareketlerin iktidara gelmesinden tedirginlik duymama noktasına gelmişken, her ne gerekçe ile olursa olsun, maalesef, bölücülük paranoyasını geride bırakmadığı için, komşu ülkelerdeki Kürtlerin siyasal kazanım elde etmesinden tedirginlik duyuyor. Şurası açık; Ortadoğu’daki değişim, bu coğrafya üzerinde yaşayan bütün etnik ve mezhepsel yapıları derinden etkileyecek. Aynı coğrafya içinde olması hasebiyle, Kürtler de bu değişimden pay alacaklar. Bu yeni rol dağılımında, kaderlerini mevcut otoriter rejimlere bağlamayan bütün unsurların siyasal konumu bugünkünden daha iyi olacak. Bu çerçevede, hem siyasal aklı hem de toplumsal algısıyla Türkiye’nin, Kürtlerin konumunun her halükarda bugünkünden daha iyi olacağını öngörüp, pozisyonunu bu veri üzerinden konumlandırmaya yönelik son dönemdeki çabalarını daha da güçlü kılmasında yarar var. PKK’nın muhtemel provokasyonları, bu çabayı engellemeye yol açmamalı. Bu çerçevede, toplumsal barışın ve bölgesel etkinliğin yolu, yıllar önce yanlış varsayımlar üzerinden belirlenmiş ulusal güvenlik kaygılarından vazgeçmekten geçiyor. Bölücülük paranoyasından kurtulan bir Türkiye, bölgedeki dönüşüm sürecini daha doğru okuyacak, iç barışını ve bölgesel etkinliğini daha güçlü bir şekilde tahkim edecektir.