SETA > Yorum |

Ebedi Pesimistlerimiz, Müzmin Müştekilerimiz İçin Coming Soon: Obama Türkiye'de

ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın 1995’te, siyaset macerasına atılmadan yıllar önce yayımlanan Babam’dan Rüyalar: Bir Irk ve Miras Hikayesi kitabı, ‘Aslında çok farklı bir kitap yazmaya niyetlenmiştim’ cümlesiyle başlıyor

ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın 1995’te, siyaset macerasına atılmadan yıllar önce yayımlanan Babam’dan Rüyalar: Bir Irk ve Miras Hikayesi kitabı, ‘Aslında çok farklı bir kitap yazmaya niyetlenmiştim’ cümlesiyle başlıyor

Obama kitap boyunca bir dünya vatandaşı olarak kişilik bulması ve Amerika’daki ırk gerçeği üzerine çarpıcı gözlemlerde bulunuyor. Fakat benim bu cümleyi buraya almamın sebebi şu: Amerikan tarihinin en fazla beklenti uyandıran başkanı Obama, acaba sivil hayata döndüğünde ‘aslında çok farklı bir başkan olmaya niyetlenmiştim’ demek zorunda kalacak mı?

Tıpkı aday olup seçilmesi gibi Obama’nın 6-7 Nisan’da Türkiye’ye yapacağı ziyaret de heyecanlı bir tartışma başlattı. Ebedi pesimistlerimiz ‘gelse ne olacak canım?’ diyorlar. Hükümetin ideolojik muhalifleri Davos sonrasında böyle bir ziyaret yapılacak olmasına hem şaşırmışlar, hem de bu işin kredisi Başbakan’a gidecek diye rahatsızlar. ‘Erken stratejist’ olma hastalığına yakalanmış genç ve kıdemli uzmanlarımız, dünya haritasına bakıp yeni senaryolar yazıyorlar. Obama Amerika’nın 44. başkanı seçildiğinde onuruna 44 koyun kurban eden Vanlı vatandaşlarımız ne yapıyordur bilmiyorum ama eminim onlar da Obama’nın mesajlarını duymuş olmasından memnundurlar. En azından ‘bizim koyunlar boşa gitmedi’ diyebilirler artık!

Türkiye Doğulu mu Batılı mı?

Obama, Nisan ayının başında Londra’da yapılacak G-20 zirvesine katılmak üzere Avrupa’ya geliyor. Türkiye’ye bu ziyaret çerçevesinde gelecek. Bu aslında çok anlamlı bir durum ve ABD, Türkiye’yi Avrupa’nın mı yoksa İslam dünyasının mı parçası olarak görüyor tartışmalarına da son veriyor. Biz bir ay kadar önce ‘Obama bir Müslüman ülkeye yapacağı ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmalı’ dediğimizde bazı monşerlerimiz ‘efendim Obama’nın İslam dünyasına yapacağı bir ziyaret çerçevesinde Türkiye’ye gelmesi bizi o dünyaya ait gösterir; klasımız düşer’ demişlerdi. Şimdi onlar da rahatlamış oldular. Obama, Avrupa programının bir parçası olarak Türkiye’ye geliyor. Fakat Obama Müslüman bir ülkeye geleceğinin de farkında. Obama Türkiye’den İslam dünyasına da mesajlar verecektir. O gün yapacağı konuşmaya özellikle Müslüman halkların kulak kabartacağını biliyoruz.

Obama, Türkiye’ye imaj düzeltmek için mi geliyor? Kısmen evet ve bunda yanlış ya da utanılacak bir şey yok. Eğer ‘imaj düzeltmek’, geçmişteki hatalardan vazgeçip yeni bir sayfa açmak anlamına geliyorsa, bunu herkesin memnuniyetle karşılaması gerekir. Nitekim Amerikan basını Clinton’ın Türkiye ziyaretini, Amerikan imajını düzeltme operasyonu olarak değerlendirdi. Financial Times da haberinde ‘Clinton, ABD karşıtı hissiyatın güçlü olduğu Türkiye’de kamuoyunu cezbetme taarruzu yaptı’ ifadesine yer verdi. Bu imaj operasyonunun Amerikan politikalarının bir restorasyonu anlamına gelip gelmeyeceğini hep birlikte göreceğiz. Ama ‘değişim, benim’ diyen Barack Obama’nın sadece Türk-Amerikan ilişkileri için değil, aynı zamanda Amerikan gücünün yeniden tanımlanması ve paylaşımcı ve adil bir uluslararası sistemin inşası için de bir (aslında tek!) şans olduğunu teslim etmek gerekiyor.

Bir kaç mesele üzerinden bu noktayı aydınlatmaya çalısalım. Obama’nın Türkiye gündemi, ikili ilişkilerin ötesine geçiyor ve Avrupa, Kıbrıs, Ortadoğu ve Afganistan-Pakistan sınırına kadar uzanıyor. Bu kadar farklı ve aynı derecede önemli dış politika konularını paylaşan ülke sayısı azdır. ABD’nin Suudi Arabistan, Mısır yahut Japonya ile olan ilişkileri bir kaç başlığın ötesine geçmez. Oysa Türk-Amerikan ilişkilerinin özellikle bugünlerde böyle çok-yönlü ve çok-taraflı bir veçhesi var. Bu, Türkiye’nin bölgedeki jeo-politik konumunun önemine şehadet ettiği gibi, Amerika’nın tükenmek bilmeyen dış politika maceralarının da (yeniden) kapımıza dayandığını gösteriyor.

Türk ve Amerikan yönetimlerinin bu sorun alanlarının hepsinde aynı düşündüğünü söylemek mümkün değil. Sadece usulde değil, esasta da bakış açısı farklılıkları var. Örneğin Türkiye Filistin’de Hamas’ın siyasi sürece katılmasını savunmuyor sadece. Aynı zamanda Filistin sorununun çözümünde İsrail’in iki devletli adil ve kalıcı bir çözüme ikna edilmesi gerektiğini ve 1967 sınırlarına geri çekilmesinin zaruri olduğunu ifade ediyor. Bu aynı zamanda bölgedeki güç dengelerinin yeniden kurulması anlamına da geliyor. Bölge halkları arasındaki suni sınırların ortadan kaldırılması, güvenlik politikalarının gözden geçirilmesi, demokratikleşmenin milli ve mahalli dinamiklere göre desteklenmesi, alternatif modernleşme modellerinin önünün açılması, Türkiye’nin ABD ve Batılı politikalardan ayrıldığı konulardan sadece bir kaçı.

Bu konularda ne kadar uyum, ne kadar ihtilaf olacak? Bush yönetiminin 2001’den bu yana izlediği politikalar, sadece Türk-Amerikan ilişkilerini değil, Amerika’nın bütün müttefikleriyle olan ilişkilerini gerdi ve zedeledi. Dünyaya Amerika’dan bakmayı tercih eden bazı uzmanlarımız ve felaket tellallarımız bu gerçeği gözardı ettikleri için 2003 Mart tezkeresinin reddedilmesinden sonra başımıza büyük felaketlerin geleceği kehanetinde bulundular. Benzer kehanetleri Davos sonrasında da duyduk ama Obama’nın ziyareti bütün bu analizleri boşa çıkardı. İsrail ve ABD dahil bütün taraflar Davos sonrasında reel-politiğe geri döndüler. İsrail, Türkiye üzerinden Suriye ile müzakerelere yeniden başlamak istediğini beyan ederken, Mitchell ve Clinton ziyaretleri ve Obama’nın Türkiye’yi ziyaret edecek olması, Washington’un da benzer bir yaklaşım içinde olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin üstü değil, altı çiziliyor.

Özgüven ve vizyon noksanlığı

Türkiye’nin attığı her cesur adımı ‘eyvah, şimdi başımıza büyük belalar gelecek’ diye eleştirenler, ciddi bir özgüven ve vizyon hastalığına yakalanmış görünüyorlar. Son haftalardaki ‘Türkiye eksen değiştiriyor; Türk dış politikasının ekseni kayıyor...’ tartışması, sağcısı solcusu artık hepimizin kanıksadığı ‘rejim elden gidiyor...’ tartışmalarını anımsatıyor. Fakat bir nüansla: ‘Türk dış politikasının ekseni kayıyor, Türkiye giderek Ortadoğucu, Doğucu, İslam dünyacı bir dış politika izliyor’ diyenler, bu tartışmayı içeriye değil, dışarıya mesaj vermek için yapıyorlar. Avrupa ve Amerika’daki belli güç mahfillerine ‘siz Türkiye’de yanlış adamlarla iş tutuyorsunuz; bu AK Partililer özlerinde İslamcı/Doğucu/Batı-karşıtı ve sizi kandırıyorlar’ diyorlar. Türkiye’de kürsüye çıkınca Cumhuriyet değerleri ve millilik adında havanda su bırakmayanların kapalı toplantılarda ve yurt dışı seyahatlerinde yabancılara sürekli Türkiye’yi şikayet ettiklerini biliyoruz. Bu kesimler Obama’nın Türkiye ziyaretine de tam olarak sevinemeyecekler. Zira bu ziyaret hem hükümete kredi olarak yazılacak, hem de Obama ‘ilk defa bir Müslüman ülkeyi’ ziyaret etmiş olacak.

Irak, İran, Suriye, Rusya, Lübnan, Hizbullah, Gazze, Hamas ve Davos derken Türkiye’nin dış politikada attığı cesur ve akıl dolu adımlar, Türkiye’de olduğu kadar bölgemizde ve dünyada da yeni bir dönemin başladığının işaretlerini veriyor. Türk dış politikasındaki genişleme ve derinleşme, Türkiye’nin güvenlik ve tehdit algısında da büyük bir dönüşüme kapı aralamış durumda. ‘Etrafımız düşmanlarla çevrili’ paranoyasını yavaş yavaş aşan politikacılar, askerler, yargı mensupları, iş adamları, medya ve uzmanlar, bunun yeni bir coğrafi tasavvuru zorunlu kıldığının farkındalar ama bunu görmekte ve hazmetmekte biraz ağır davranıyorlar. Milli güvenliğin ulusal sınırların çok ötesinde, Bağdat’ta, Şam’da, Tahran’da, Atina’da, Brüksel’de, Washington’da başladığını ve ulusal çıkarlarımızın birden fazla aktörle ve güç merkeziyle iş yapmayı zorunlu kıldığını kavradığımız ölçüde, bölgedeki ve uluslararası sistem içindeki yerimizi daha iyi anlayacağız.

Mamafih bunlar, Obama döneminde Türk-Amerikan ilişkilerinin hiç çatışmayacağı anlamına gelmiyor. Bush yönetimini hepimiz ‘tek taraflılık’ (unilateralism) doktrinini savunduğu için eleştirdik. Fakat bu Bush politikasının hepimizi rahatlatan bir tarafı da vardı. Zira Bush’un tek başına ve tek taraflı olarak girdiği hiç bir savaşın ahlaken ve siyaseten parçası olmak zorunda değildik. Bu yüzden herkes ‘çok taraflılık’ (multilateralism) doktrinini savundu ve savunuyor. Şimdi ilginç olan Obama da çok taraflılığı savunuyor. Fakat hiç kimse çok taraflılığın tam olarak ne manaya geldiğini bilmiyor. Eskiden tek taraflı davrandığı için Bush yönetiminden uzak durabilen ülkeler, şimdi Obama’nın çok taraflılık politikalarının neresinde yer alacaklar? Örneğin çok taraflılık, Afganistan’a daha fazla asker göndermek anlamına geliyorsa, Türkiye ne yapacak?

Obama’nın yeni terör cephesi

Bu noktada önemli olan şu: Obama’nın vadettiği değişimin tam olarak ne manaya geldiği henüz netlik kazanmış değil. Değişimin hangi referanslara göre olacağı, hangi ilkelere dayanacağı ve hangi yöntemlerle vücut bulacağı, soyut bir baglamda değil, Amerikan gücünün ve mevcut dünya sisteminin şartları içerisinde teşekkül edecek. Obama’nın kişisel geçmişinin melez ve çok-kültürlü olması, Amerikan dış politikasının bundan sonra çoğulcu ve paylaşımcı olacağı anlamına gelmiyor. Önümüzde Obama’yı da aşan bir ilişkiler ve çıkarlar ağı var.

Burada bir parantez açıp bu şartların Obama’ya dayattığı bir anomaliye dikkat çekmek yerinde olacak. Obama’nın terörle mücadelede Irak’tan ziyade Afganistan’a ağırlık vereceği artık kesinlik kazanmış durumda. Obama yönetimi, NATO üyesi ülkelerin Afganistan’a daha fazla destek vermesi için bir kampanya da yürütüyor. Bu kampanyanın bir ucunun Türkiye’ye de uzanacağı açık. Fakat burada sorulmayan soru şu: Afganistan neden ve ne zaman ABD ulusal güvenliği için en önemli cephe oldu? ‘Terörle küresel mücadele’ deliliğinden kesin olarak dönüldüğünü ifade etmesi gerekirken, Obama bu savaşta yeni bir cephe açarak doğru bir iş mi yapıyor? Obama Irak savaşına karşı yeni bir ‘güvenlik adresi’ göstermek zorundaydı zira Amerikan ulusal güvenliği konusunda ‘zaaf içinde’ olmadığını ispatlamak durumundaydı.

Fakat şimdi Afganistan’da farklı bir durumla karşı karşıyayız. Afganistan, ABD ve Batı bloğunun güvenliğinden çok NATO’nun önemli olup olmadığını test eden bir operasyon haline geldi. Üstelik burada bir de büyük paradoks var: Herkes Afganistan’da çözümün askeri değil, siyasi olduğunu, bunun için Taliban’ın ılımlı kanadıyla konuşulması gerektiğini söylüyor. Ardından da Afganistan bir NATO operasyonu olarak tanımlanıyor. Afganistan’da çözüm siyasi ise oraya yüz bine yakın asker yığmak neden?

Afganistan’dan İran’a, Irak’tan Filistin’e bu tür çelişkiler, Obama döneminde de sorun üretmeye devam edecek. Fakat Obama’nın Türkiye’ye yapacağı ziyaret, Türkiye’nin ham bir hayal peşinde olmadığını teyid ediyor.

Açık Görüş - 15 Mart 2009 Pazar  

İlgili Yazılar
Hassas Bir Süreç
Yorum
Hassas Bir Süreç

Aralık 2024