Libya olayları, küresel düzensizlik tartışmalarına boyut kattı. Türkiye, değişim isteyen veya engelleyen aktörlere dayanan ülke olmamalı; adalet merkezli değişim talebine odaklanmalıdır.
Tunus ve Mısır'da yaşanan değişimle hareketlenen Libya'da, 17 Şubat 2011'de Beyda, Derne ve Tobruk'ta başlayan gösteriler suların durulmayacağının işaretini vermişti. Mısır ve Tunus'tan ilhamla "17 Şubat Devrimi" diye adlandırılan hareket, kısa sürede Libya'nın siyasi ve sosyal farklılıkları karşısında zorlu bir sürecin başlayacağını göstermişti. Mısır ve Tunus'ta muhalif aktörlerin başarılı olmasını sağlayan dört temel dinamik, Libya muhalefetinde mevcut değildi. 1) Her iki ülkede de muhalefet, değişimi örgütleyen aktörlerin farklılığını / kimliğini geri planda tutarak, değişim söylemini öne çıkaran bir taktik izlediler. 2) Her ne kadar kan dökülmüş olsa da, iç savaş görüntülerini anımsatan tabloların ortaya çıkmaması için, çatışmadan ziyade sivil direnişi tercih ettiler. 3) Kendilerine teveccüh eden ordunun silahlarını değil siyasi desteğini talep ederek sistem içinde kendileri adına güçlü bir aktörü konumlandırdılar. 4) Son olarak, dış mihrak algılamasına yol açacak her türlü yabancı müdahaleye karşı çıkarak, muhalefet ettikleri rejimin hem bahane üretmesini hem de ülke içerisinde meşrulaşma ihtimalini engellediler.
Türkiye, Libya'da olayların başladığı ilk günden bu yana, temel yaklaşımlar açısından, Mısır ve Tunus'ta değişimin önünü açan siyaset tarzına sadık kalan bir politika izledi. Ancak, Libya'daki muhalefet ve iktidar dinamiklerinin Mısır ve Tunus'a nazaran taşıdığı farklılıklar, bu temel yaklaşımların pratiğe tezahüründe farklılaşmayı zorundu kıldı. Bu çerçevede Türkiye, özü itibariyle değişimi destekleyen ama Libya'nın kendine özgü dinamiklerini de hesaba katan bir anlayışla pozisyon almaya gayret etti. Libya'ya askeri müdahale 26 Şubat 2011'de 1970 sayılı, 17 Mart 2011'de de 1973 sayılı BMGK kararlarının çıkmasının ardından, Libya'da değişim taleplerinin Mısır ve Tunus'a benzer şekilde hayata geçme ihtimalinin zayıfladığı belirginleşti. Libya'nın ateşkes talebini dile getirip, Türkiye'yi de denetlemek için davet ettiği sırada, 19 Mart 2011'de Fransa, Türkiye'yi ve bazı diğer paydaş ülkeleri bilgilendirmeden, BMGK 1973 sayılı karara yaslanarak Libya'ya saldırdı. Fransa'nın başlattığı saldırıların üzerinden 24 saat geçmeden uluslararası bir mutabakatın olmadığı ortaya çıktı. ABD, Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya, saldırıların hedeflerine dair birbirine zıt açıklamalar yaptılar. Sarkozy'nin saldırılarını açıklamak veya karşı çıkmak için, uçuşa yasaklı bölgeden Kaddafi'nin devrilmesine, Libya'da rejim değişikliğinden muhalefetin güçlenmesine kadar farklı hedefler dile getirildi. Fransa'nın başına buyruk tavrının telafisi için ABD, İngiltere ve Türkiye devreye girdiler. Londra toplantısında kurulan Temas Grubu, Libya'daki sürece siyasi istişare mekanizmalarının işletilerek müdahil olunmasının önü açtı. Özünde, Fransız provokasyonunu telafi etmeye yönelik bu adım, Libya'ya dair hedefsiz askeri operasyonlara göre daha olumlu bir tablonun ortaya çıkmasını sağladı. Türkiye'nin tutumu Yukarıda çok kısaca özetleme ihtiyacı hissettiğimiz sürecin hızlı yön değişiklikleri devam ederken, Türkiye'nin kategorik bir tavır üzerine yaslanan sabit politika izlemesi beklenemezdi. Türkiye, Afganistan'da, Irak'ta, Lübnan'da, Gürcistan'da, kısaca askeri seçeneğin masaya geldiği her durumda, oldukça ihtiyatlı davranmayı tercih etmiş ve içinde yer aldığı uluslar arası güvenlik örgütlerinin geride durmasına yönelik bir tutum takınmıştır. Libya'da da, özünde benzer bir tavır sergileyerek, askeri ihtimalin pasif bir üyesi olmayı tercih etmiştir. Libya'da çatışmalar başladığından beri muhalefetin ve yabancı askeri müdahalenin sorunu, ortada yıkılacak müşahhas bir devlet mekanizmasının olmayışıydı. Kaddafi'nin aşiret yapısına yaslanan konvansiyel olmayan devlet örgütlenmesi, klasik müdahaleleri boşa çıkarmak veya uzun sürecek bir çatışmanın önünü açmaya uygun bir karakter taşıyordu. Bugün geldiğimiz noktada, Kaddafi'nin kaybetmeyecek kadar, muhalefetin ise kazanamayacak kadar güçlü olduğu, çaresiz bir denklem ile karşı karşıyayız. Libya'ya kara harekâtı düzenlenmediği sürece muhalefete verilecek desteklerin de askeri bir nihai neticeyi üretmesi mümkün görünmemektedir. Başbakan Erdoğan'ın 7 Nisan'da yaptığı açıklama ile Türkiye'nin pozisyonu ve yapabilecekleri biraz daha netleşmiş durumdadır. Libya'da Türkiye aleyhtarı ve oldukça kurgu kokan gösterilerin ardından, uluslar arası kamuoyu nezdinde oluşturulmaya çalışılan havanın aksine Türkiye'nin aktörlerle süreçleri işletebilen tek ülke olduğu ortadadır. Son on gün boyunca, hem Kaddafi'nin temsilcisi Abdulati El Ubeydi hem de Libya Ulusal Geçiş Konseyi başkanı Abdulcelil ile yapılan görüşmeler iç savaşın durmasına katkı sağlama ihtimaline işaret etmektedir. Liberal bir müdahaleciliğin aciz bir örneği olarak da okuyabileceğimiz Libya olayları, küresel düzensizlik tartışmalarına yeni bir boyut katmış oldu. Türkiye, değişimi talep eden veya engelleyen aktörlere dayanan değil; bizatihi adalet merkezli değişim talebinin kendisine odaklanmak durumundadır. Geldiğimiz nokta itibariyle ne Kaddafi rejimi ne de Mısır ve Tunus örneklerinden farklı olarak batılı askeri müdahaleyi talep eden Libyalı aşiret-muhalefet yapısı, değişim taleplerinden daha merkezi bir konumda değiller. Türkiye, değişim taleplerini Kaddafi ile Batılı müdahalecilik makasında anlamsızlaşmasına mani olabildiği ölçüde Libya'nın geleceğine katkı verebileceğini akıldan çıkarmamalıdır.
Sabah/Perspektif - 09.04.2011.