Bir önceki yazıda Türk-Alman ilişkilerinde bir süredir devam eden gerginliğin yapısal bir sorun olduğu ve bu sorunun iki ana sebebinin olduğunu belirtmiştik. Öncelikle gerginliğin nedeni Türkiye'nin Almanya ile olan ilişkilerini asimetrik düzeyden eşit ortaklığa taşımaya yönelik attığı adımlar ve Almanya'nın bunu bir türlü kabullenememesidir. Diğer taraftan Türk-Alman ilişkilerinde yaşanan bu dönüşüm aynı zamanda Alman dış politikasında uzunca bir dönemdir yavaş yavaş yaşanan ama son dönemde iyice belirginleşen eksen kayması ile aynı döneme denk gelmiş durumdadır. Bu eksen kayması ile bugün dış politikada çok daha agresif, öz güveni yerine gelmiş, yurt dışında askeri operasyonlara katılmakta daha istekli ve diplomatik düzeyde çatışmaktan kaçınmayan bir Almanya ortaya çıkmış durumdadır.
Bu durum Almanya'nın 2. Dünya Savaşı'ndan sonra uzunca bir dönem takip ettiği sessiz ve çekingen dış politika ile taban tabana zıt bir durum arz etmektedir. Almanya 2. Dünya Savaşı'nda işlediği suçlardan dolayı dış politikasını; çok taraflılık, diplomasi, Avrupa ile ekonomik ve siyasi entegrasyon ve ticaret üzerine kurmuştu. Buna rağmen özellikle iki Almanya'nın birleşmesiyle birlikte Almanya'nın tedricen bu politikaları terk ettiği gözlemlenmektedir. Bu noktada Almanya'nın diğer Avrupa ülkelerine danışmadan Slovenya ve Hırvatistan'ın bağımsızlıklarını tanıyarak Yugoslavya'nın parçalanmasını hızlandırması dönüm noktasını oluşturmaktadır. İnsanî müdahale konsepti altında NATO'nun Kosova için Sırbistan'a müdahalesine katılan Almanya daha sonraki yıllarda Afganistan'dan Mali'ye bir çok çatışma bölgesinde boy göstermeye başlamıştır.
Bu noktada yaşanan esas dönüşüm 2000 sonrası gerçekleştirdiği ekonomik atılım ile Almanya'nın bugün Avrupa'nın ekonomik motoru haline gelmiş olmasıdır. Bugün Avrupa Birliği üyesi ülkelerin verdiği dış ticaret fazlasının neredeyse tamamı Almanya'nın AB dışına yaptığı ihracat oluşturmaktadır. Uzunca bir süre Fransa, İngiltere gibi ülkeleri ürkütmemek ve tarihsel korkuları canlandırmamak adına çekimser bir liderlik yapan ve perde gerisinden AB'yi yöneten Almanya, İngiltere'nin birlikten ayrılması ile son dönemde çok daha açıktan AB'nin lideri olduğunu gösteren adımlar atmaktadır.
Bu çerçevede Almanya Brexit sürecinde Birleşik Krallık'a yönelik oldukça sert bir tutum takınırken, Yunanistan, Macaristan, Polonya gibi ülkelerin iç siyasetine doğrudan müdahil olan adımlar atmaktadır. Fakat en önemlisi Almanya'nın son dönemde ABD ile de ciddi bir gerginlik yaşadığı gerçeğidir. Her ne kadar bu gerginliğin Trump'ın NATO konusundaki politikalarından kaynaklandığı iddia edilse ve gerginlik Almanya'nın hür dünyanın lideri olduğu ve liberal değerleri savunduğu söylemlerinin arkasına gizlenmeye çalışılsa da esas sorun Almanya'nın ekonomik olarak ABD ve diğer ülkeler aleyhine aşırı derecede güçlenmesidir. ABD, 2.Dünya Şavaşı sonrası sağladığı güvenlik şemsiyesi altında ticaret devleti haline gelen Almanya'nın bu yükselişini dengelemek adına Obama döneminden itibaren Almanya'ya yönelik bir seri girişimde bulunmuştur. Obama döneminden itibaren Deutsche Bank (7.2 Milyar Dolar) ve Volkswagen (2.8 Milyar dolar ceza ve 27.2 Milyar dolar 500.000 aracın geri çağrılmasının masrafı) gibi Alman şirketlerine Amerika'da kesilen astronomik cezalarla ABD ile Almanya arasındaki ticaret savaşları gün yüzüne çıkmış durumdadır. Bu noktada Merkel'in doğrudan ABD'yi hedef alarak "Avrupa kendi kaderini kendi eline almalıdır" açıklamasını yapması Alman dış politikasında yaşanan radikal paradigma değişikliğinin bir özeti olmuştur.
Alman dış politikasında yaşanan bu eksen kayması Türk-Alman ilişkilerini doğrudan etkilemektedir. Zira bu yeni Almanya AB içerisinde sahip olduğu ekonomik ve diplomatik hegomonik konumunu Türkiye ile olan ikili ilişkilerinde bir kaldıraç olarak kullanmaktan çekinmeyen, ticareti bir silah olarak kullanan çok daha agresif bir çizgiye kaymış durumdadır.
[Fikriyat, 26 Ağustos 2017].