Mülteci krizi ve Suriye’deki felaket üzerine çok şey yazıldı çizildi. Bu krizin apaçık ortaya koyduğu bir gerçek var ise o da genel olarak Batı uygarlığının yegane temsilcisi olduğunu iddia ettiği insan hakları ve demokrasi gibi değerleri söz konusu “öteki” olunca nasıl da görmezden geldiğidir. Böylece aydınlanma ideolojisiyle birlikte piyasaya sürülen ve Irak’ta Afganistan’da olduğu gibi çoğu zaman da sopa zoruyla ötekine kabul ettirilmeye çalışılan bu değerlerin aslında neo-kolonyalizmin Batı dışındaki ülkeleri köşeye sıkıştırmak için kullandığı birer enstrüman olduğu gerçeği bir kez daha gözler önüne serildi.
Aslında aydınlanmacılık ve ilerlemecilik ideolojileri iki dünya savaşı ile Avrupa’da duvara toslamıştı. Bu ideolojiler sürekli ilerleyen ve aydınlanan bir Batılı toplum hayal ediyordu. Gelgelelim savaş sırasında ortaya çıkan barbarlık ve vahşet, gerici olduğu düşünülen ortaçağ toplumlarını fersah fersah geride bırakmıştı. Savaş sonrasında kendisini kuran temel ideolojiyi sorgulamadan yeniden yeryüzünde bir cennet inşa etmeye soyunan Batı, bu hedefine büyük oranda ulaştı. Gelinen noktada Avrupa ve Amerika savaşlardan arınmış, müreffeh birer ada haline geldi.
BATI’NIN SEFALETİ
Yalnız bir sorun vardı, inşa edilen bu cennet ‘öteki’ni kapsamıyordu. Daha da kötüsü bu cenneti inşa eden maddi zenginlik dünyanın çoğunluğunu oluşturan ötekilerin kaynaklarının klasik sömürgeciliğe rahmet okutacak derecede sofistike yöntemlerle talan edilmesi ve sömürülmesiyle kazanılmaktaydı. Gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkeler olarak nitelendirilen bu ülkelerin yönetimlerinin Batı kuklası işbirlikçi diktatörlerden yerli ve milli güçlere geçmemesi için gizli veya açıktan her türlü müdahalenin yapılmasından da geri durulmadı. İran’daki Musaddık darbesinden, Mısır’da Mursi’nin devrilmesine, 28 Şubat’tan 15 Temmuz’a hep aynı oyun devreye sokuldu.Suriye’de başlayan devrim işte tam da bu sebepten akamete uğratıldı. Çünkü Batı, Esed rejimi gittikten sonra yerine kurulacak olan yönetimin kendi kontrolünde olup olmayacağından bir türlü emin olamadı. Bu yaklaşımın sonucu olarak geriye bölgesel ve küresel güçlerin vekalet savaşlarıyla harap olmuş bir Suriye kaldı.
Esed sonrası rejimin belirlenmesi adına kendi elleriyle yaptıkları ve yücelttikleri insan hakları putunu yemekten çekinmeyen Batı ülkeleri, savaşın neden olduğu korkunç yıkım sonucunda ortaya çıkan mültecileri görmezden gelerek yine kendi elleriyle inşa ettikleri bir putu, mülteci hakları putunu aynı sona mahkum etti.
Sonuçta demokrasi, kadın hakları, çocuk hakları, mülteci hakları ve insan hakları vb. konularda şampiyonluğu kimseye bırakmayan ve bütün dünyayı bu konularda uluslararası örgütleri, STK’ları Think Tanklar’i ve medya organları vasıtasıyla parmağını sallaya sallaya terbiye eden Batı ülkeleri, Suriyeli mülteciler konusunda acınası ve zavallı bir konuma düştü.
NASIL UZAK TUTARIZ?
Zira mülteciler ile ilgili Cenevre Sözleşmesi mültecilerin Batı’nın güvenli adasının kapısından çevrilmesine müsaade etmiyordu. Buna rağmen uzunca bir süre hem Amerika hem de Avrupa sorunlu bölgelere olan coğrafi uzaklıkları nedeniyle mültecilerin sorunlarına kulaklarını tıkadı. Avrupa ise ancak mülteciler kapılarına dayandığı zaman adım atmaya başladı. Fakat bu adımlar mültecilerin sorunlarına çözüm bulmaktansa “Mültecileri Avrupa’dan nasıl uzak tutarız?” sorusu üzerine odaklandı.Avrupa ülkeleri, mültecileri kabul etmemek için topu birbirlerine atmayı ve AB’nin kurucu değerlerinden olan dayanışma ilkesini açıktan çiğnemeyi de göze aldı. Uzunca bir süre mülteci meselesi İtalya, Yunanistan ve Malta gibi ülkelerin omuzlarına yıkıldı. Mülteciler Orta Avrupa’ya doğru hareketlendikten sonra ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Slovakya gibi ülkeler adeta birbirlerine düştü. Avrupa birliği üyesi ülkeler arasında 160 bin mültecinin bir kota dahilinde dağıtılması konusunda müzakereler yıllarca sürdü. Sonuçta bu konuda anlaşılsa bile anlaşmayı hayata geçirmemek konusunda AB üyesi devletler ayak sürümeye devam etti.
Birçok Avrupa Birliği üyesi ülkenin resmi temsilcileri sadece Hıristiyan mültecileri kabul edebilecekleriyle ilgili açıklamalar yapmaktan çekinmedi. Macaristan, İngiltere Bulgaristan gibi ülkeler sınırlarını dikenli tellerle kapattı. Bu arada AB’nin en büyük kazanımlarından birisi olan serbest dolaşım hakkı da mültecileri durdurmak adına feda edilerek ülkeler arasında yeniden sınır kontrolleri başlatıldı.
AB üyesi devletlerin mülteci kabul etmemek adına verdikleri mücadelenin en trajikomik örneği ise Macaristan’da geçtiğimiz haftalarda yapılan referandum oldu. Macaristan’daki aşırı sağcı hükümet AB’nin Macaristan için ayırdığı bin 294 kişilik zorunlu mülteci kotasını kabul etmemek için 30 milyon avro harcayarak referandum yaptı. İşin ilginç yanı şu ki, referandum için harcanan para büyük ihtimalle bu mültecilerin masraflarını karşılamaya yetecekti. Sonuçta referandum yeterli katılım olmaması nedeniyle geçersiz olsa da, katılanların yüzde 98’i mültecilerin Macaristan’da yerleştirilmesine karşı çıktı. Referanduma katılım oranının yüzde 43’te kalmasına rağmen Macaristan’da yapılan seçimlere katılım oranının ortalama yüzde 60’ta kaldığı göz önünde bulundurulmalıdır. Yani aslında seçimlere düzenli olarak katılan kitlenin büyük çoğunluğu birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Macaristan’da da mülteci karşıtıdır.
AB açısından durum böyle iken Afganistan’dan Irak’a Ortadoğu’daki yıkımın temel sorumlusu ABD için de çok farklı değil. ABD kriz bölgelerine olan coğrafi uzaklığı nedeniyle mülteci meselesinde adeta üç maymunu oynamayı bugüne kadar sürdürdü. Avustralya ise Asya pasifik bölgesinden gelen mültecileri durdurmak için Nauru Adası hükümetine maddi yardım yaparak bu adayı mülteciler için adeta bir açık hava hapishanesine çevirdi.
Dünyanın en gelişmiş ekonomileri olan ve insan haklarının yılmaz savunucusu rolünü kimselere bırakmayan ABD, AB ve Avustralya mültecileri kabul etmemek ve kendilerinden uzak tutmak için canhıraş bir mücadele içindeyken, mülteci meselesi dünyanın geri kalanının ama en çok da geri kalmış ülkelerinin meselesi olarak kaldı. Uluslararası Af Örgütü’nün rakamlarına göre dünya genelindeki kayıtlı 21 milyon mültecinin yüzde 56’sı Ortadoğu, Afrika ve Güney Asya ülkelerinde bulunmakta. Yani dünya üzerindeki mültecilerin yarısına sadece 10 ülke evsahipliği yapıyor. Bu 10 ülkenin küresel ekonomideki payı ise sadece yüzde 2,5.
Bütün bu resim bize Batı’nın “Bir tane daha Müslüman mülteci çok fazla” mesajını verdiğini göstermektedir. Mülteci kabul edilecekse de tercihen Hıristiyan olmalı ya da en azından eğitimli olmalıdır. Böylece Batı uygarlığı sadece kendisinin temsil ettiğini iddia ettiği değerleri açıktan çiğnemekte ve dünyaya bu değerlerin ancak kendi inşa ettiği cennet içerisinde geçerli olduğu mesajını vermektedir.
[Star Açık Görüş, 9 Ekim 2016].