Gezi’nin yıldönümü neden sönük geçti? Bu soruya verilecek pratik cevap şu olabilir: AK Parti karşıtı siyasi blok, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığı üzerinden yürütülecek bir gerilim siyasetinin Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde hükümetin elini güçlendireceğini düşünerek sokağa çıkmadı. Bu stratejinin, küçük sapmalar yaşanmakla birlikte bir süredir, özellikle 30 Mart yerel seçimleri öncesinden itibaren, muhalefet tarafından izlendiğini söylemek yanlış olmaz. Gezi’nin yıldönümüne katılımın ve coşkunun düşüklüğünün muhalefet tarafından fazlaca sorun edilmemiş olması da bu tespiti doğrular nitelikte. Aynı şekilde, hava şartlarının elverişsizliği, polisin sıkı önlemler almış olması, Taksim’e ulaşım yollarının ciddi bir şekilde kısıtlanmış olması, hemen öncesinde Okmeydanı’ndaki terör olayları ve ölümlerin yaratmış olduğu meşruiyet sorunu gibi başka dışsal nedenler de öne sürülebilir.
Peki, Gezi’nin yıldönümünün böylesine sönük geçmesi yalnızca dışsal nedenlere bağlanabilir mi? Bir sene önce gerçekleşen direniş seviyesi, dışsal engellemelerin yokluğunda bu sene de yakalanabilir miydi? Bu sorulara benim cevabım: Hayır. Gezi ruhunun gerektiği gibi arzı endam etmeyişi dışsal etmenlerden değil, bizzat kendi nihilist özünden kaynaklanmaktadır. Gezi’nin esaslı bir sadakat sorunu bulunmaktadır.
Öncelikle şu tespiti yapalım, ideal olarak Gezi zamanımızın postmodern ruhunu taşıyan bir toplumsal harekettir. Dünyanın başka yerlerindeki benzerleri gibi Gezi de şeklî açıdan lidersizlik, hiyerarşik bir yapıya sahip olmama ve spontane olmak gibi temel özelliklere sahiptir. Ana stratejisi de şehirde belli bir sembolik mekânı işgal ederek, siyasi iktidarın ulusal mekânın tümü üzerinde mutlak egemen olmadığını göstermek ve böylece iktidarı küçük düşürmek ve sarsmaktır. Bu yönüyle Gezi, AK Parti iktidarının alışık olmadığı, henüz karşılaşmadığı bir muhalefet türüydü ve en temelde bu yönüyle başlarda kısa bir süreliğine de olsa iktidarı yerinden ederek ve sersemleterek etkili oldu.
Şekli boyuttaki bu postmodern özellikler, siyasi program açısından negatif bir içerik ile tamamlandı. İktidar ve otoriteye itiraz üzerinden kendini kurdu ve dolayısıyla sadece neyin olmaması gerektiği üzerinde durdu: “Her yer Taksim, her yer direniş.” Gezi Parkı ve çevresindeki mekânda anarşik bir düzen inşa etmeye girişti. Böylece toplumsal bir mekânın dikey, hiyerarşik ve bütüncül bir şekilde organize edilmek zorunda olmadığını; yatay, eşitlikçi ve parçalı bir toplumsal düzenin imkân dâhilinde olduğunun temsiline soyundu. Ancak gerçeklik ve sahiciliğin sınırlarını zorlayan maksimalist talepler ve romantik temalarla bezenmiş bu temsil, ideal düzenin nasıl olması gerektiğini göstermekten daha çok, mevcut düzenin ve iktidarın doğallığını ve meşruiyetini sarsmaya yönelik bir adımdı.
Gezi son tahlilde, somut bir toplumsal düzene karşı parlak bir ütopya, bir boşluk öneriyordu. Nitekim bu ütopya, Taksim’de toplanan kalabalığa yalnızca üç günlük bir “düzen” sunabildi. Somutlaşma ve ete kemiğe bürünmenin, akışkan ve ele gelmeyen bir ruhtan gücünü alan Gezi’yi yozlaştırması kaçınılmazdı. Bu yozlaşmaya eşlik eden ise negatif siyaseti besleyen hiçlik ve hınçtı. Hiçlik ve hınç kaçınılmaz olarak fiziksel şiddet kullanımına müsait psikolojik bir zemin hazırlıyordu. Bu tam da otorite karşıtlığı üzerinden kendini inşa eden negatif siyasetin, düzen kurma noktasında reel dünyadaki sınırlılığını göstermekteydi.
Gezi’nin durakladığı noktada, Gezi’nin tam tersi bir siyasi programa sahip kaba ve kolektivist sol söylemler ve eski rejimin zinde aktörleri sahne almaya başladı. Bu bir itirazdan ve geleceğe dönük içeriksiz bir vaatten ibaret Gezi ruhunun tabutuna son çiviyi çakıyordu. Böylece zamanla Gezi yönelimini kaybetti, saflığını yitirdi ve söyleminin ağırlık noktası iktidar ve otorite karşıtlığından, başka bir iktidar için mevcut iktidarı siyaset dışı yollardan ve şiddet kullanarak devirme noktasına kaydı. Bu durum karşısında Gezi’nin elinde kendisini var eden, farklı kılan ne varsa uçup gitti. Ruh bedenden ayrıldı.
GEZİCİ BİREY...
Gezi’ye can veren ruh, tüm siyasi-toplumsal düzenlerin koynunda uyuyan o sinsi ruhtur. Bu ruh düzenlere karşı yıkıcıdır, kılıktan kılığa girer, ele geçirilemez ve konumu belirsizdir. Bu özellikleri nedeniyle peşine takılanlarla ilişkisi de oldukça farklıdır. Kimseye sadık değildir, kimseden de sadakat talep etmez. Yani sonuna kadar spontane ve belirsizdir; iktidarları derinden sarsması da bu yüzdendir. Aynı şekilde, tam da bu ele gelmez ve kaprisli doğası sayesinde, günümüz insanına ayartıcı gelmektedir. Onu olabildiğince özgür ve sınırsız ama aynı zamanda olabildiğince anlamdan yoksun bir dünyanın kıyılarına sürükler.
Modern siyasi ideolojiler ise, Gezi benzeri yeni sosyal hareketlerden farklı olarak, daha geleneksel bir siyasi zeminde hareket ederler. Dolayısıyla muhipleri ile sağlam bir sadakat ilişkileri mevcuttur. Birey ideolojinin sunduğu somut sözde-aşkın hakikate boyun eğer, ona bağlanır, onunla kavilleşir. Gezi gibi hareketler ise tahakküm edici olarak gördüğü hakikat dilini reddeden ve olabildiğince parçalayıcı bir siyasi tavra sahiptir.
KOLEKTİF KİFAYETSİZLİK
Bu durum, bir noktada durmayı ve kalmayı öngören sadakat gibi geleneksel bir duygu için gerekli olan zemini sunmamaktadır. Gezi bireyi kendisini böylesine ele geçiren ve sorumluluk yükleyen bir siyasi ilişkiyi benimsemez. Baş döndürücü bir coşkunluk ve özgürlük peşindedir. Bu birey hakikat dili ile konuşan tüm iktidar odaklarından rahatsızlık duyar. Bu nedenle kendisine iktidarın çağrısının ulaşamayacağı, nüfuz edemeyeceği kurtarılmış mekânlar yaratmaya çalışır. Siyasetin bireysel yaşam tarzı savunusuna indirgenmesi de, “Taksim’de birey, Kazlıçeşme’de sürü var” benzeri sloganlar da, yıkıcı ve saldırgan “orantısız zekâ” güzellemesi de Gezi bireyinin iktidar ve hakikat ile kurduğu gerilimli ilişkiyi gözler önüne sermektedir.
Kendisini bir hakikate adama ve sorumluluk alma konusunda gönülsüz Gezi bireyi, kendisine benzeyenlerle yan yana dayanışarak ayakta durur. Dayanışmaya dayanaklık eden kolektif ruh ile arasındaki ilişki gevşektir, çünkü bu ruh akışkandır, pozitif ilkelere dayanmaz, tepkiseldir. Gezi sürecinde de görüldüğü üzere insanları bir araya getiren bir karşı çıkıştı. Bu karşı çıkışın somutlaşması, kurtarılmış alanlardaki duvar ve benzeri yerlere Erdoğan nefretinin nakşedilmesi şeklinde oldu. Yalnızca tepkiselliğe ve yıkıcılığa dayalı bir kolektif yapı, sahici bir ilişki kurulmasına müsaade etmez; birey ile davası arasında sadakat ilişkisi bir türlü ortaya çıkamaz. Haliyle Gezi ruhuna sahip çıkmak, tamamıyla kendinden vazgeçmeye razı gelmeyen Gezi bireyi için bir imkânsızlıktır. Zaten Gezi’ye can veren ruh da kendisine yönelik böylesine bir adanmışlığa izin vermez. Sonuç olarak, Gezi’nin yıldönümünün sönük geçmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Gezi’ye can veren ruh bir gün elbette geri dönecektir. Ancak doğası gereği hangi kılıkta geri döneceğini, ne zaman ve nerede yüzünü göstereceğini önceden kestirmek pek mümkün değildir.
[Star Açık Görüş, 08 Haziran 2014]