19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyaset düşüncemiz içerisinde “hürriyet talebi” merkezi unsurlardan biridir. Bir tür “özgürleşme arzusu” olarak da okuyabiliriz bu talebi. Kimine göre istibdattan, kimine göre Batı tasallutundan, kimine göre ise geçmişten özgürleşme. Münevver, aydın, entelektüel, adı her ne olursa olsun dünyanın, memleketin gidişatına dair düşünen, yazan, yazdıkları basılan yeni bir zümrenin gün yüzüne çıkmasıyla başa baş gitti bu süreç.
Benzer şekilde düşünenler farklı kurumların çatıları altında bir araya geldi, seslerini birleştirdi. Bu birleşen sesler Türk ideolojilerini doğurdu. Elbette bu, ellerinde farklı oranlarda maddi güç ve siyasal iktidar bulunduran aktörlerin yardımlarıyla mümkün oldu. Bu anlamda Türk münevverleri, Edward Said’in fantezisini pek tecrübe etmiş sayılmazlar. Yani, “sürgün, marjinal ve yabancı” olmak Türk münevverleri için marjinal bir durumdur.
Bunları söylerken bir değer yargısında bulunmuyorum. Herhangi bir geleneği diğerine karşı yüceltmek gibi bir derdim de yok. Türk modernleşme tarihi, aydınların devlete ve iktidara etki etme tarihidir de aynı zamanda. Bunun son derece anlaşılır nedenleri de vardır. Hal böyleyken, bu durumu bir istisna kabul edip, normatif bir aydın / entelektüel tanımı yaparak onu yüceltmeye çalışmak fanteziden öte bir şey değil.
Bugün, Türkiye’de bir kesim, “entelektüelin yalnızlığı ve muhalifliği” üzerinden sözde “iktidar aydınları”na giydirme yarışında. Modern Türkiye’nin düşünce tarihi bu gel-gitlerle doludur. İktidarı arzulayan ancak iktidar dışı kalan entelektüelin iktidara yakın gördüğü entelektüelleri “döneklik”le, “iktidar sarhoşluğu”yla, “ikbal kaygısıyla hareket etmek”le suçladığı pek çok örnek vardır karşımızda. Yani esasında Türk modernleşme tarihinde entelektüelin en büyük imtihanı “adam yerine konma” imtihanıdır. Peki ya mevcut iktidara karşı mutlak bir karşıtlığa, ağır bir nefret duygusuna sahip olan muhalif entelektüeller? Onlar da söz konusu imtihandan, yani adam yerine konma imtihanından masun kalamamışlardır. Belki de bu yüzden muhalifliklerini yeni bir iktidarın yeşermesi için kolaylıkla seferber edebilmişlerdir.
* * *
Gezi eylemleri başladığında, yeni bir toplumsallıkla karşı karşıya kaldığımızı düşündük. Farklılığına, biricikliğine vurgu yaptık. Bu toplumsallığın yeni bir muhalefet kültürünü beraberinde getireceğinden dem vurduk. Ve elbette yeni bir muhalif entelektüeller kuşağını doğuracağından da.
Fakat, beklentilerimiz boşa çıktı. Karşımıza çıka çıka postmodern Jöntürkler ve onların pozisyon savaşı çıktı. İhtilal düşüncesini temel alan, ortaya çıkan yeni toplumsallıktan hızla devrim devşirmeye kalkan, esasında anti-politik bir özellik sergileyen figürlerdi onlar. Yüzleştikleri siyasal süreç ve aktörleri medyatik imajlar üzerinden değerlendiren, eleştirdikleri aktörlerle hiçbir gerçek teması olmayan kalemşorlar... Pek çoğu yıllarca iktidar partisine akıl satmaya çalışan, diğer taraftan özerkliğine, muhalifliğine toz kondurmamaya büyük bir gayret gösteren bu isimler, her nedense İngilizce konuşan dünyanın egemen kültürel gerçekliği içindeki popüler düşünüşlerle ve onların Türkiye algısıyla koşut düşünmekten bir türlü vazgeçmediler.
Ben onlara postmodern Jöntürkler diyorum.
Onlar da Jöntürkler gibi düşünsel muhalefet adına ihtilal düşüncesini fetişleştirdiler. 1907’deki 2. Jöntürkler kongresiyle, Gezi sonrasının başkaldıran romantikleri ne kadar da benzer bir yerden bakıyorlardı siyasete. Mesele, “tahttan indirmek”ti. Bunun için gerekiyorsa devlet elitleri nezdinde “propaganda” caizdi. “Vergi ödememek, greve gitmek gibi pasif silahsız direniş yapılması sağlanmalı”ydı. “Genel ayaklanma hazırlanması ve eylemlerin başlatılması” gerekiyordu.
İhtilal düşüncesinin, temelde idealler etrafında şekillendiği tezi sosyolojik olarak doğru değil. İhtilal düşüncesi çoğu kez maddi temeller üzerine bina edilmiştir. En temel motivasyonlar ise “bireysel beklentilerin karşılanması” ve “ayrıcalıklı olma arzusu” olagelmiştir.
[Akşam, 19 Ağustos 2014]