SETA > Yorum |
Ortadoğu'da Parçalanma ve Revizyonist Dönem

Ortadoğu'da Parçalanma ve Revizyonist Dönem

Türkiye, Rusya ve İran arasındaki Halep mutabakatı Türkiye’nin dış politika kodlarında bundan sonra müstakil bir revizyonizm siyaseti mi izleyeceği yoksa mevcut parçalanma ve tehditler yüzünden dengeleyici ve statükocu rolüne geri mi döneceği konusuna dair ipuçları içeriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan en son yaptığı açıklamalardan birinde, bölgenin içinden geçtiği kritik dönemde “Eğer durmaya kalkarsak kendimizi bulacağımız yer Sevr şartlarıdır” ifadesini kullandı. Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş ise, benzer bir biçimde Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın etnik olarak bölünmek istendiğini belirterek bu durumu “İkinci Sykes-Picot oyunu” olarak tanımladı. Her iki açıklama da Ortadoğu’nun içinden geçtiği hali açık bir biçimde ortaya koyuyor aslında. Tarihsel olarak her iki anlaşma, hayata geçirilememiş olsa da öyle ya da böyle Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunların kaynağını oluşturuyor. Her iki anlaşma da bölgeye dışarıdan dayatılmaya çalışılan emperyal düzenin tesis edilmesine yönelik bir çabaydı ve temelinde bölgenin emperyal ülkelerin çıkarlarına uygun bir şekilde bölünerek sömürülmesi yatıyordu.

Her iki anlaşmanın üzerinden nerdeyse 100 yıl geçmesine rağmen, bugün Ortadoğu yeni bir emperyal dizaynın parçası haline getirilmiş durumda. Ancak bu yeni dizayn, 100 yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak ölçüde şiddetli bir parçalanmayla bölgeyi karşı karşıya bıraktığı gibi, parçalanmanın bölge içi dinamiklerini önemli ölçüde değiştirdi ve bölge içi aktörleri daha sert bir meydan okumayla karşı karşıya bıraktı.

Arap Baharı’nın ilk ortaya çıktığında en temel vaadi, bölgesel düzenin içerden ve tabandan dinamiklerle yeniden inşa edilmesine yönelikti. Diğer bir ifadeyle, eski rejimlerin düşmesiyle birlikte, sosyo-politik düzeyde toplumu aşağıdan yukarıya taşımayı hedefleyen halk gösterileri beraberinde otoriter rejimleri yıkacak, sonra da demokratik bir sağlamlaştırma dönemine geçiş yaşanarak bölgesel ölçekte sistemik düzeyde jeopolitik bir dönüşüm ortaya çıkacaktı. Bu jeopolitik dönüşüm nihayetinde Ortadoğu’yu uluslararası sistemin istikrarsız bir alt bölgesel sistemi olmaktan çıkaracak ve uzun dönemde “Ortadoğu barışının” koşulları oluşacaktı. Ne var ki Arap Baharı hızla demokrasi, refah ve eşitlik eksenli politik taleplerin ortaya çıkardığı masumane bir kriz olmaktan uzaklaşarak silahlı bir çatışma dönemine girdi. Suriye’deki dönüşümün siyasal değil sistemik olduğu anlaşıldığı anda da Arap Baharı’nın bölgesel ölçekte, Libya’dan Yemen’e üzerinde oturduğu jeopolitik zemin büyük bir sarsıntı geçirdi. Mısır’da yaşanan kanlı darbe ile de Arap Baharı demokrasi zemininden büyük ölçüde uzaklaştı. Hem jeopolitik ekseni kayan hem demokratik zeminini bütünüyle kaybeden bölge, çatışmanın giderek derinleştiği ve yaygınlaştığı bir alana dönüştü. Böylesi bir dönemde bütün aktörler, kendisini hayatta kalmak ile parçalanma arasında iki büyük meydan okumayla karşı karşıya buldu. Bu durumun bir sonucu olarak bölgesel ölçekte geleneksel düzenin taşıyıcı aktörlerinin hemen hemen hepsinin nüfuz alanlarında kendilerinin kontrol edemediği jeopolitik boşluk alanları oluştu.

JEOPOLİTİK BOŞLUK ALANLARI

Bu jeopolitik boşluk alanlarının devlet düzeyinde dolduramaması ise devlet altı silahlı aktörler ve terör örgütlerinin yükselişiyle sonuçlandı. Böylece geleneksel bölgesel düzenin parametreleri büyük ölçüde yapısal bir sarsıntı ile karşı karşıya kaldı. PKK,  YPG, DEAŞ, El-Kaide, Hizbullah, Haşdi Şaabi ve diğer silahlı gurupların alan kontrolü ve yeni devlet iddiasına dayalı askeri ve politik stratejileri, zaten zayıf olan ulus devlet mefhumunu daha fazla zayıflattı ve meşru şiddeti organize etme ve kullanma tekelini devlete sağlayan egemenlik pratiğinin bölgesel düzeyde işleyişini bozdu. Alan kontrolüne dayalı silahlı çatışma temel olarak etnik ve mezhepsel bir temele oturunca da bölgesel ölçekteki bütün sosyolojik fay hatları tek tek kırılmaya başladı. Kuzeyden güneye doğru Kürt, Sünni Arap ve Türkmen; güneyden kuzeye doğru da Şiilik ekseninde baskı oluşturan etnik ve mezhepsel çatışma Arap Baharı sonrası Ortadoğu’yu parçalayan ve her bir devleti ayrı ayrı tehdit eden bir noktaya ulaştı. Bu nedenle her bir aktörün, yerelden ulusala, ulusaldan bölgesel ölçeğe savaşmak zorunda kaldığı bölgesel bir anarşi durumu ortaya çıkmış oldu. Anarşi, düzenleyici üstün bir otoriterin olmadığı bir sistem içinde bütün aktörlerin güvenliklerini ve savunmalarını maksimize etmeye çalıştığı bir bölgesel sistemin de doğmasına neden oldu.

Neticede Ortadoğu’nun hali hazırdaki görüntüsüne bakıldığında, bütün aktörlerin (devlet veya devlet dışı) savaştığı karmaşık bir çatışma ortamı oluştu. Türkiye, Irak, Suriye, İran, Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgesel devletler; etnik ve mezhepsel düzeyde Kürtler, Sünni Araplar, Türkmenler, Afganistan’dan Lübnan’a kadar savaşmak için mobilize edilmiş Şiiler; Sünni ve Şii Türkmenler; PKK, YPG, DEAŞ ve El-Kaide gibi devlet dışındaki terör örgütleri ve bölge dışından Rusya ve ABD gibi büyük güçler bir bütün olarak Ortadoğu coğrafyasında savaştıkları bir anarşi artık yerleşik hale geldi. Söz konusu aktörler arasında stratejik davranışları açısından bir sınıflandırma yapıldığında ise şöyle bir sonuç ortaya çıktı.

REVİZYONİST AKTÖRLER

Revizyonist kategoride yer alanlar, var olduğu statüden memnun olmayan, bölgesel çatışma ortamını fırsata çevirerek mevcut statüsünü değiştirmeye çalışan aktörlerden oluşuyor. Bu tür aktörlerin temel stratejik davranış biçimi ise savunma ve güvenlik stratejilerini kendi dışındaki jeopolitik boşluk alanlarına yönelterek bu alanları doldurmaya çalışması. Bu aktörlerin başında elbette devlet düzeyinde İran yer alıyor. Halep ile Tahran arasında stratejik savunma açısından bir illiyet kuran Tahran yönetimi, aynı zamanda Şii mezhebinin pragmatik ve araçsal bir yorumu vasıtasıyla dini, jeopolitik mücadelenin merkezine yerleştirerek bölgesel ölçekte Suriye ve Irak üzerinden bir ön jeopolitik hat kurmaya çalışıyor. Bu revizyonizmi dışarıdan dizayn etmeye çalışan ABD ise, bölgede etnik ve mezhepsel düzeyde yeni sınırların oluşturulmasına yönelik bir politika izliyor.

DENGECİ VE STATÜKOCU AKTÖRLER

Dengeci ve statükocu grupta yer alan aktörlerin temel önceliği, toprak bütünlüğünün korunmasına dönük korumacı ve ön alıcı bir stratejiye sahip olmaları. Örneğin Türkiye, Arap Baharı’nın başında sınırlı bir siyasal revizyonizmden yana olsa da temelde bütün devlet aktörlerinin var olan toprak bütünlüğünün korunmasına dönük bir politika izledi. Revizyonist aktörler, Suriye ve Irak’ta toprak bütünlüğünü bozarken Türkiye aynı anda hem bölge içine yönelik hem de bölge dışındaki büyük aktörlere karşı hem kendi hem de Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaya çalışıyor. Revizyonist aktörler etnik ve mezhepsel çatışmayı yukarı doğru hızlı iterken dengeleyici ve statükocu aktörler aşağıya doğru bastırmaya çalışıyor.

FIRSATÇI AKTÖRLER

Bölgede çatışma ve sınır değişimine yönelik baskının bir diğer ayağını ise fırsatçı aktörler oluşturuyor. Bu aktörlerin temel özellikleri, devlet yapılarının çöktüğü alanlarda fiili durum oluşturarak yeni sınırlar üretmeye çalışmaları. Fırsatçı devletler dışında bölgenin fırsatçı diğer aktörlerinin başında DEAŞ ve PKK gelmektedir. DEAŞ Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan arasındaki Sünni orta kuşak üzerinde yeni devlet ilan ederek fırsatçılığını açık şekilde icra eden bir örgüt niteliğindeyken, PKK Türkiye, Suriye ve Irak üzerinde etnik düzeyde otonom bir coğrafi alan yaratmak peşinde.

Bölgedeki çatışmayı derinleştiren ve sınır değişimi istediğini daha kanlı bir sürece sokan ise temel olarak bu üç farklı aktör grubu arasında her hangi bir şekilde çatışmanın frenlenmesine neden olacak stratejik dengeleme mekanizmasının çalıştırılamıyor olması. Aktörler birbirilerini dengelemeye çalıştıkça çatışma daha da derinleşmekte, çatışma derinleştikçe de parçalanmanın hızı ve boyutu daha hızlı genişlemektedir. Bu durum bir bütün olarak bütün aktörleri yeni bir revizyonizmin içine sokuyor. Diğer bir ifadeyle çatışmanın derinleşmesi ve bütün aktörler için beka sorunu oluşturması aktörleri daha mütecaviz politikalar izlemeye sevk ediyor.

TÜRKİYE’NİN YENİ POZİSYONU

Peki, Türkiye’nin bütün bu sürece yönelik politikaları, onu mevcut dengeleyici ve statükocu statüsünden çıkarıp, bölgesel parçalanma karşısında özellikle askeri gücü merkeze alan müdahaleci bir revizyonizme doğru mu yöneltiyor? Bu soruya hem “Evet” hem “Hayır” cevabını vermek mümkün. Ancak bana kalırsa “Evet” cevabı vermek daha mümkün. Çünkü Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı bölgesel ve ulusal türbülansın ortaya çıkardığı riskler, onu bir bütün olarak savunmacı politikalardan uzaklaştırarak daha ileride olmasını gerektiren aktif bir müdahaleci askeri güç olarak hareket etmesini zorunlu kılıyor. PKK ve DEAŞ’ın varlığı ve Türkiye’ye yönelik oluşturduğu çok boyutlu güvenlik riskleri, Türkiye’nin bu iki meseleyi kendi sınırları içinde halletmesini imkânsız hale getirdi. PKK’nın Suriye’deki varlığının ortaya çıkardığı yeni dinamiklerin Türkiye’nin geleneksel müttefik ilişkilerini sorgulayan bir boyuta ulaşması, Türkiye’nin hem uluslararası ilişkilerini istikrarsızlaştırma riski taşıyor hem de içeride giderek 1990’lara benzer yeni bir Sevr sendromu söyleminin psikolojik ağırlığının yerleşmesine neden oluyor. Bir bütün olarak bu güvenlik risklerini aşmak ve bölgesel parçalanmanın ülke iç siyasetini zehirlemesinin önüne geçmek gerekliliği Türkiye’yi, daha mücadeleci ve müdahaleci bir revizyonizme zorluyor. Öte yandan, Türkiye’nin PKK konusunda geleneksel müttefikleriyle ters düşmesi ve bunun karşılığında Rusya ile daha da yakınlaşması, Türkiye’nin bölgesel düzeydeki politikalarını daha fazla değiştirme ihtimalinin olduğunu gösteriyor.

Son günlerdeki Türkiye, Rusya ve İran arasındaki Halep mutabakatı Türkiye’nin dış politika kodlarında bundan sonra müstakil bir revizyonizm siyaseti mi izleyeceği yoksa mevcut parçalanma ve tehditler yüzünden dengeleyici ve statükocu rolüne geri mi döneceği konusuna dair ipuçları içeriyor.

[Star Açık Görüş, 25 Aralık 2016].