Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye'nin bir Kürt meselesi hep var olageldi. Önceleri, ağırlıklı olarak entegrasyon ve geri kalmışlık kaygılarıyla ele alınan bu sorun, 1980'lerden itibaren, PKK'nın ortaya çıkmasıyla bir güvenlik sorunu olarak ele alınmaya başlanmıştır. Böylece terör örgütü, Kürt sorununun karmaşık dinamiklerini unutturan bir işlev görmüştür. Güvenlik perspektifinin hâkim olduğu 1990'lı yıllar boyunca, OHAL yönetiminde Kürt sorunu teröre indirgenerek yönetilmeye çalışılmıştır. Çeyrek yüzyıldır, Kürt sorununu algılamamızı toptan değiştirecek birçok gelişme yaşanmasına rağmen, kamu otoritesinin soruna yaklaşımında terörle mücadele perspektifi ağırlığını korumaya devam etmektedir. Oysa bu yıllar boyunca, Türkiye'de ve bölgede, kamu otoritesinin soruna yaklaşımını gözden geçirmesini zorunlu kılan birçok gelişme yaşanmıştır.
Kürt meselesinin kalıcı çözümü, bugüne kadar uygulanan stratejilere alternatif yeni stratejiler geliştirmekten geçmektedir. Sorun gün geçtikçe yönetilemez bir hal almakta ve Türkiye'nin geleceğini esir alan bir işlev görmektedir. Bu çerçevede, Kürt sorununu oluşturan karmaşık süreçlerle yüzleşebilecek kapsamlı bir çözüm paketinin eş zamanlı olarak yürürlüğe konması gerekmektedir. Elinizdeki analizde öncelikle, Kürt sorununun dinamiklerini oluşturan siyasi ve sosyolojik süreçler irdeleniyor. Ardından, bu süreçleri iyi yönetemeyerek sorunun büyümesine yol açan iki perspektif değerlendiriliyor. Son olarak, kapsamlı ve etkili bir çözüm için uygulanması gereken dört ana politika değişikliği üzerinde duruluyor.
***
Terör açısından sükûnetle geçen 4–5 yılın ardından, örneklerini 90’larda yaşadığımız karakol baskınları ve şehir merkezlerindeki bombalamalarla şiddet kendisini yeniden göstermeye başladı. 22 Temmuz seçimleri öncesinde başlayan olaylar, Kürt sorununun ve terörle mücadelenin bütün boyutlarıyla kamuoyunda tartışılmasına yol açtı. Bu tartışmalar, bugüne kadar izlenen politikaların akan kanı durdurmakta başarısız olduğunu göstermekte ve kalıcı bir çözüm için Kürt sorununun terörizmden ayrılması gerektiği konusunda kamuoyunda asgari bir mutabakatın oluştuğunu ortaya koymaktadır. PKK’nın çatışmalardan nemalandığı, akan kandan beslendiği ortadayken, neden Kürt sorununu teröre indirgeyen bakış açısından vazgeçil(e)miyor? Kamu otoritesinin ve diğer aktörlerin gündeminde, Kürt sorununa yönelik kapsamlı bir çözüm paketi var mı? Kürt sorunu neden Türkiye’nin bütünlüğünü ve istikrarını tehdit eden bir mesele haline geldi? Türkiye’nin kaderini ipotek altına alan ve gelecek ufkunu daraltan Kürt sorunu, aslında “faili meçhul” bir sorun değildir. Türkiye’nin birlik ve beraberliğini güvence altına alması, bu sorunun ihata edilip çözülmesinden geçmektedir. Geldiğimiz noktada, Türkiye’nin yarınını ipotekten kurtarmanın yolu, bugün Kürt meselesine dair yapısal çözüm önerilerini cesaretle tartışmaktan geçmektedir. Kürt meselesini tek bir cümlede özetlemek mümkün olmadığı gibi, Kürtleri tek bir kategori altında ele almak da mümkün değildir.1 1980’li yıllardan bu yana Kürt sorununun dinamiklerini dönüştüren çok önemli siyasi ve sosyolojik tecrübeler yaşandı. Kürt sorununun çözümü bu farklılıkların makul ve meşru zeminlerde yönetilebilmesine bağlıdır. Bu süreci doğru anlayabilmek için Kürtlere ilişkin altı farklı tecrübenin birbiriyle irtibatlı ve eş zamanlı olarak yaşandığını dikkate almak gerekir. Türkiye’nin Güneydoğu illerinde yaşanan tecrübe, Kürt sorununun temel dinamiklerinden birisidir. Bölgedeki coğrafi ve demografik yapı, adet ve gelenekler, Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan hadiseler “şark sorunu” denilen bölgesel olguyu ortaya çıkarmıştır. Bölgeyi kontrolü altında tutmaya çalışan merkezi devlet otoritesiyle geleneksel yapısını korumaya çalışan bölge halkı arasındaki gerilim pek çok çatışmaya yol açmıştır. Bu çerçevede 1925–1938 arasında 17 ayaklanma gerçekleşmiştir. 1950–1980 arasında ülke siyasetini belirleyen sağ-sol karşıtlığı Güneydoğu’da da etkili olmuş ve Kürt sorunu sol akımların üzerinden şekillenmiştir. 1978 yılında sıkıyönetim ile başlayan sıradışı hukuk deneyimi, Olağanüstü Hal (OHAL) ile devam etmiş ve 2002 yılında kaldırılıncaya kadar 24 yıl boyunca bölge, olağanüstü durumun olağanlaştığı/sıradanlaştığı bir siyasal süreç yaşamıştır. Bu çerçevede OHAL, terörü ve doğrudan şiddeti önlemeye yönelik bir düzenleme olmasına rağmen sosyal, iktisadi ve insani yönden ağır sonuçları olan yapısal bir şiddet formuna dönüşmüştür. Zorunlu göç, işsizlik ve hızlı şehirleşmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal çözülme sonucunda sorunlar daha da içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Bu çerçevede bölgede, doğrudan şiddetten yapısal şiddete doğru bir evrilme olmuştur. OHAL’lı yıllarda yaşanan terör, faili meçhul cinayetler, insan hakları ihlalleri, hukuk dışı uygulamalar ve yaşanan sorunların çözümüne yönelik umutsuzluk, bölge halkında devlete karşı güvensizliğin artmasına ve Kürt ulusalcılığının güçlenmesine yol açmıştır.
Kürt nüfusu sadece Güneydoğu illerinde yaşamamaktadır. Bu gerçek bile, Kürt meselesini dünyadaki farklı etnik gerilimlerden ve kimlik siyaseti yaklaşımlarından ayırmak için yeterlidir. Kürtlerin Türkiye’deki demografik dağılımı konusunda elimizde sağlıklı veriler olmamakla birlikte, bugün Türkiye’deki Kürt nüfusunun en az yarısının Batı illerinde yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu nüfusun büyük çoğunluğu, ekonomik nedenlerle gerçekleşen nüfus hareketlerinin yanı sıra, özellikle 1990’lı yılların başından itibaren uygulanan zorunlu göç aracılığıyla oluşmuştur. Zorunlu göç ise üç nedenden kaynaklanmıştır: 1) Güvenlik güçlerinin OHAL kapsamında terörle mücadele gerekçesiyle köy boşaltması, 2) PKK’nın kendisini desteklemeyen nüfusa yönelik baskısı, 3) Bölge sakinlerinin PKK ile güvenlik güçleri arasında çifte baskıya maruz kalmaktan kaynaklanan güvensizlik ve mahrumiyet algıları. Sonuç olarak, zorunlu göçten 1 ila 2 milyon arasında bir nüfusun etkilendiği ifade edilmektedir. 2 Kürtlerin önemli bir çoğunluğunun İstanbul, Ankara, İzmir ve son yıllarda Adana ve Mersin gibi büyük şehirlerde yaşadığı bilinmektedir. Öyle ki bugün, Kürt nüfusunun en fazla olduğu şehir Diyarbakır değil İstanbul’dur. Bu ani ve kitlesel göç ile ilgili gerekli önlemlerin alınmaması, çarpık kentleşme ve yetersiz altyapı gibi sorunlarla da birleşince, kentlerin yeni göçmenleri özümseyememesi, şehirlerin gettolaşması ve taşralaşması adeta kaçınılmaz olmuştur. Böylece göç sonrası yaşadıkları sıkıntılar ve aidiyet problemleri, göçmenleri terör örgütüne ve Kürt ulusçuluğuna itmiştir. Bu tablo, büyük şehirlerde, diğer etnik unsurlarla birlikteliğin siyasal ve psikolojik gerilime dönüşmesine yol açmaktadır ...