Küresel koronavirüs salgını ile birlikte hızlanan, uluslararası düzenin köklü bir değişim geçireceğine dair tartışma bugünlerde daha belirgin bir hal almış durumda. Geride bıraktığımız hafta, Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Austin'in Asya ziyaretleri bu tartışmanın ne kadar canlı olduğunu gösteren çarpıcı örneklerle dolu. Bu ziyaretler Biden yönetiminin kritik isimlerinin ilk deniz aşırı ziyareti olması açısından da önemli. Yine geçtiğimiz hafta Blinken'ın NATO zirvesi bağlamında yaptığı Brüksel ziyareti, Rus ve Çin dışişleri bakanlarının bir araya gelmesi yeni bir tartışma yapmayı zorunlu kılıyor.
ABD'nin Asya Siyaseti
Çin'i en önemli stratejik rakip olarak gören ABD, Amerikan üstünlüğünün Çin eksenli bir meydan okuma ile karşı karşıya olduğunun farkında ancak temelleri Obama döneminde atılarak Çin'i dengelemek adına uygulamaya koyulan "Asya pivotu" stratejisinin tam olarak nasıl hayata geçirileceği konusunda önemli soru işaretleri var. Biden yönetiminin Çin'i sınırlandırma ve dengelemeyi stratejik hedef olarak sürdürdüğü ancak bu stratejinin yöntemlerinde farklılar olacağı anlaşılıyor. Blinken ve Austin'in Japonya ve Güney Kore ziyareti ile Austin'in ayrıca Hindistan ziyaretleri Çin'e yönelik atılacak adımların en belirgin eksenlerini oluşturuyor. İlk hedef geleneksel ittifak bağlarını güçlendirmek için güçlü bir siyasi bağ inşa etmek. Sonrasında ise Çin'in jeopolitik genişlemesine karşı bu demokratik ve siyasi halkayı ekonomik ve askeri olarak taçlandırmak.
Blinken'ın Japonya'da kullandığı dil, Biden yönetiminin Çin'in sadece ekonomik ve askeri bir tehdit değil aynı zamanda norm-merkezli liberal düzene de tehdit olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü gibi alanlarda Çin'i daha fazla hedef alan yeni yönetim bu meselenin uluslararası düzenin geleceği ile ilgili bir halleşme olacağının da farkında.
Çin'e karşı küresel bir cephe oluşturmaya çalışan Biden yönetiminin uluslararası düzenin değişimi bağlamındaki bir diğer hedefi de geleneksel ittifak sistemini tamir edecek biçimde Batı kanadında jeopolitik bir yeniden ayarlama yapmak. Bu noktada Transatlantik bağlarda Trump döneminde yaşanan hasarın giderilmesi ve açılan çatlakların derin jeopolitik fay hatlarına dönüşmeden hızlıca kapatılması Biden'ın öncelikleri arasında yer alıyor. Blinken'ın NATO bakanlar toplantısı kapsamında gittiği Brüksel'de bu yaklaşım daha net bir şekilde ortaya çıkmış oldu.
Biden yönetiminin burada iki hedefi bulunuyor. Birincisi Transatlantik jeopolitik bloğun en önemli sütunu olarak işlev gören NATO'nun stratejik misyonunun yeniden tanımlanması. Trump döneminde çatlak seslerin daha çok çıktığı ve ittifak içi ayrışmaların daha net görüldüğü NATO, Biden yönetimi için öncelikli tamir edilmesi gereken ittifak sistemi olarak görülüyor. İttifakın sadece bir savunma ve güvenlik örgütü olmadığını vurgulayan Blinken, Brüksel'de siyasi tarafının daha belirginleştirildiği bir NATO kimliğini öne çıkardı ki bu yaklaşım NATO genel sekreterinin de sürekli üzerinde durduğu konulardan biriydi. Daha da önemlisi NATO'nun Çin'e yönelik tutumunun nasıl olacağı Transatlantik jeopolitik ekseninin üzerinde en çok konuştuğu konuların başında geliyor. Örgüt olarak "Çin'i anlama" aşamasında olduklarını söyleyen Genel Sekreter Stoltenberg, artık Çin'e yönelik "tehdit" kavramını daha sık kullanmaya başladı. Nitekim AB Yüksek Temsilcisi Borrell'in de Blinken ile görüşmesinde bu yaklaşımın tekrar eden bir söyleme dönüştüğü görülüyor. Çin ile iş birliği fırsatlarının olduğunu bilen Avrupa aynı zamanda bu işin stratejik bir çekişme haline geldiğinin de farkında. Dolayısıyla Biden için NATO'nun Rusya ve Çin'e karşı inşa edilecek yeni Transatlantik angajmanda en sert sütun olduğu görülüyor.
Biden yönetiminin hedeflerinden ikincisi ise Transatlantik eksenli Batı jeopolitik cephesinin parçalanmış yapısın tamir etmek. NATO'nun bakanlar zirvesine katılan Blinken'ın yanı sıra, Biden'ın AB liderler zirvesine uzaktan video konferans ile katılarak Çin'e ve Rusya'ya dikkat çekmesi Avrupa'ya yönelik bir ayarlama niteliği taşıyor. Her ne kadar Blinken Avrupa'ya ABD'nin Çin ile mücadelesinden "bizimlesin ya da onlarlasınız" şeklinde bir tercih sunmadıklarını ifade etse de Avrupa'yı giderek Çin konusunda bir tercihe zorlayacakları anlaşılıyor. AB'nin bu günlerde hayata geçirmeye çalıştığı yeni stratejik otonomi politikasını şekillendiren endişelerden biri de Çin. Bu nedenle Çin'e karşı stratejik bir bütünlük oluşturulması için ABD'nin liderliğine "evet" diyecek bir Avrupa da söz konusu.
Çin ve Rusya Ekseni
ABD'nin çok taraflılığa dönme ve demokrasi ve de insan hakları değerlerini vurgulayarak Amerikan liderliğini reddeden diğer ülkelerle yüzleşmek için ittifak sistemini sağlamlaştırmaya çalıştığı bir dönemde, bu ittifakın muhatapları olan Çin ve Rusya da geçtiğimiz hafta ortak bir "poz" vermeyi tercih etti. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ve Rus Dışişleri Bakanı Lavrov bir araya gediklerinde Asya'da manşetleri "ABD ve AB'ye karşı Çin ve Rusya ortaklığı" başlıkları süsledi. Manşetler abartılı olsa da Çin ve Rusya'nın, ABD'nin modası geçmiş bir Soğuk Savaş mantığıyla hareket ettiğini düşünmesi iki ülkenin uluslararası düzen denilince Amerikan merkezli liberal uluslararası düzeni anlamadıkları çok açık. Burada asıl altı çizilmesi gereken noktanın Rusya ve Çin'in uluslararası düzeni oluşturan ana unsurlardan biri olan norm ve kurallardan anladıkları şeylerin ABD'den oldukça farklı olması. Mevcut uluslararası düzen ve küresel yönetişim kurallarını Amerikan merkezli bir dayatma olarak gören Rusya ve Çin'in geri adam atarak kendi norm ve düzen algılarından vazgeçecek gibi de görünmüyorlar.
Yeni uluslararası düzenin kimin liderliğinde kurulacağından daha çok, asıl soru bu yıkılma, dönüşme ve yeniden kurulma sürecinin çatışmalı mı çatışmasız mı olacağı. Çin'in yükselişini dizginlemeye çalışan ABD'nin bunu yaparken güce başvurup başvuramayacağı, Çin'in uzlaşmacı olarak sunduğu görüntünün ne kadar gerçekçi olduğu ve en nihayetinde Rusya'nın bu arada jeopolitik genişleme ölçeğinin yakın coğrafya ile sınırlı kalıp kalmayacağını bu süreçte çatışmanın karakterini belirleyecek. Avrupa jeopolitik eksenin de bu süreçte kendi özgül ağırlığını arttıracak bir stratejik bütünlük sergileyip sergilemeyeceği de son derece önemli.
Pandemi ile kızışan küresel liderlik çekişmesinin elbette sonuçları olacak. Özellikle Türkiye gibi orta ölçekli güç statüsüne sahip ülkelerin bu çekişmede hayati bir rol oynayacaklarını söyleyebiliriz. Küresel sistem derin bir krizle karşı karşıya kalmışken, rekabetin sadece küresel aktörler arasında olacağını ve onlar tarafından yeni sistemin kurulacağını düşünüyorsak bu yaklaşım hem eksik hem de yanlış olur. Küresel sistemin dönüşümü giderek daha belirgin hala gelen alt bölgesel sistem dinamiklerinin ortaya çıkaracağı sonuçlarla şekillenecek.
[Sabah, 27 Mart 2021].