Geçtiğimiz hafta Tahran’da, Türkiye, Rusya ve İran’ın katılımıyla düzenlenen zirve İdlib’in geleceğine dair net bir karar ortaya çıkarmadı. Belirsizlikler halen devam ediyor. Türkiye’nin “topyekûn bir savaşın” önüne geçmek için sergilediği çaba ise uluslararası toplum tarafından destek bulsa da Astana sürecinin paydaşları tarafından şu aşamada pek destek görmüyor. Belirsizliğe ya da anlaşmazlığa neden olan iki temel unsur söz konusu. Birincisini, Rusya’nın İdlib bölgesinde bulunan HTŞ gibi örgütlerden kaynaklan güvenlik endişeleri oluşturuyor. Rusya, Suriye sahasındaki askeri varlığına yönelik HTŞ kaynaklı saldırıları gerekçe göstererek, bu grupların varlığına yönelik askeri bir operasyon düzenlenmesi konusunda ısrarcı davranıyor. HTŞ, Rusya’nın Suriye’de bulunan Hmeymim üssüne ve Tarsus donanma üssüne geçtiğimiz aylarda mini İHA’larla saldırıda bulunmuş ancak saldırı Rusya tarafından engellenmişti. HTŞ doğrudan saldırıyı üstlenmese de Rusya saldırıların İdlib bölgesindeki radikal askeri guruplar tarafından gerçekleştirildiğini duyurmuştu. Öte yandan, bu bölgede bulunan ve ılımlı askeri muhalefetin dışında kalan askeri gurupların rejim güçleriyle zaman zaman karşı karşıya gelmesi Moskova’ya ve Şam’a bu guruplara karşı askeri operasyon düzenlenmesi konusunda gerekçe oluşturuyor. Belirsizliğe neden olan ikinci husus ise, HTŞ başta olmak üzere ona müzahir diğer küçük radikal unsurların silah bırakarak kendi varlıklarına son vermelerinin ne derece mümkün olup olmayacağı. Söz konusu gerekçelerin yanı sıra, Rusya’nın İdlib meselesini bir şekilde kökünden hallederek Suriye rejiminin elini askeri olarak rahatlatarak askeri maliyetleri minimize etmek istediği bir strateji de belirsizliğin derinleşmesine neden oluyor.
Aslında Rusya ve Suriye rejimi için bu iki husus halledilse bile İdlib sorunu ortadan kalkmış olmayacak. Rusya, İdlib’in tıpkı diğer çatışmasızlık bölgelerinde yapıldığı gibi Suriye rejiminin kontrolüne girmesini sağlayarak, Ağustos 2015’de askeri safhasına doğrudan angaje olduğu Suriye savaşında “zaferini” ilan etmek istiyor. Suriye rejimi ise, önündeki son askeri engel olarak gördüğü İdlib düğümünü çözerek benzer şekilde askeri “zaferini” ilan etmenin peşinde. Bu nedenle her iki aktör için de güvenlik garantisi oluşsa ve HTŞ kendini tamamen “yok etse” dahi İdlib bir sorun olarak kalmaya devam edecek. Zira, radikalleri temizlemek muhaliflerin özellikle Cenevre’de elini daha güçlendirecek bir durum ortaya çıkaracak. Suriye muhalefetinin terörize edilmediği ve marjinalleştirilemediği bir uluslararası platformun oluşması, rejimin Suriye’nin geleceğini şekilleneceği bir dönemde daha fazla müzakere ve taviz vermesi anlamına gelecek.
İran’ın ise bu iki aktörün arzularını paylaştığını, Suriye rejimini ise “teröristlerin kafasını kopar, arkandayız” diyerek bütün muhalefeti İdlib’den söküp atması için rejime milisleriyle yardıma koşacağını tahmin etmek zor değil. Bu arzunun arkasında daha tehlikeli bir plan yatıyor. Ülkede yaşayan nüfusun yarısını neredeyse yerinden eden Rusya, İran ve rejim üçlüsü, Sünni nüfusu “seyreltilmiş” yeni bir Suriye yaratmanın daha az maliyetli olacağını düşünüyor. Nitekim, cesaret edip rejimin yeniden kontrolü ele aldığı bölgelere geri dönen insanların karşılaştığı acı gerçek, bu planın nasıl adım adım hayata geçirileceğini de bize gösteriyor. Bütün varlıklarına el konulmuş, polis baskısına yeniden maruz kalmış, ağır soruşturmaya tabi tutulmuş, gözetim altına alınmış, yeniden işkenceye maruz kalmış ve ortadan kaybolmuş insan hikayeleriyle dolu bir geri dönüş süreci onları bekliyor. Hülasa, ne Rusya ne de rejim ve İran İdlib meselesini kendi planlarının ötesinde bir denklem içinde çözmek istiyor.
Bu amaca matuf en önemli amaç ise bu aşamada, Türkiye’yi devre dışı bırakarak (aslında Türkiye’yi İdlib parantezinin dışına çıkararak) geniş-kapsamlı bir askeri harekatın hayata geçirilmesini sağlamak. Nitekim, ortalıkta dolaşan harekat planları, önce Türkiye’ye müzahir muhalif askeri gurupların kontrolü altındaki bölgelere yönelik saldırılarla askeri operasyonun başlayacağını gösteriyor. Ancak her şeye rağmen ortada çok ciddi bir sorun var. Rusya hala Türkiye’ye bir şans vererek bu işi daha az maliyetli bir şekilde halletmekten yana görünüyor. Tahran Zirvesi sonrası geride bıraktığımız günlerde Rus yetkililerden gelen sinyaller bu yönde bir temayülün olduğunu gösteriyor. İnsan inanmak istiyor, fakat burada inanmanın bir karşılığı yok. Bunu Astana sonrasında ilan edilen diğer çatışmasızlık bölgelerinde Rusya’nın aldığı tavırlarda gördük. Eğer bu durumun bir gerçekliği varsa, Esed+İran formülü İdlib’i ne radikallerden temizlemek ne de bütünüyle kontrol etmek için yeterli görünüyor. Rusya’nın desteği ve koruması olmadan İdlib’e yönelik süpürme harekatı rejimin daha fazla kayıp vermesine, bütün muhalefeti karşısına alarak bir İdlib “direnişinin” sahnelenmesine neden olabilir. Rusya elbette bunun gerçekleşmesine izin vermeyeceği için her durumda destek verecektir.
Türkiye’nin çözüm paketi
Bu aşamada konuşulabilecek en önemli mekanizma ise Türkiye ile Rusya arasındaki müzakere sürecinin sonuçlarını beklemek. Rusya ve Türkiye, Astana bağlamında İran da sürecin bir parçası olsa da istihbarat, güvenlik mekanizmaları ve sahada işleyen süreçler konusunda gerçekçi bir ikili “ilişki” kurmuş durumdalar. Yani, Moskova ve Ankara arasındaki diyalog sonuç üretici çözümler ortaya koyuyor. Bunun arkasındaki temel faktör ise, Rusya’nın Esed rejimini kontrol edebiliyor olması. Dolayısıyla Türkiye’nin bazı konularda Rusya ile konuşması kendi başına yeterli oluyor.
Peki, bu aşamada Rusya ve Türkiye arasında nasıl bir müzakere zemini var ve bu zemin birincisi Ruslar tarafından ne kadar önemseniyor, ikincisi Türkiye’nin Moskova’ya önerdiği model gerçekleşebilir mi ve üçüncüsü Türkiye günün sonunda bunu dayatacak mekanizmaları devreye sokabilir mi? Bunlar son derece önemli sorular ve cevabı çok yakın bir zamanda alacağız gibi görünüyor.
Putin ile Cumhurbaşkanı arasında bu konuda tam bir uzlaşı olduğunu söylemek henüz pek mümkün değil. Ancak Ankara’nın sunduğu teklifin Rusya’yı düşünmeye sevk ettiğini söylemek mümkün. Bu teklifin genel çerçevesini Cumhurbaşkanı Erdoğan aslında Tahran zirvesinde çizmişti. Teklifin hayata geçirilebilmesi için öncelikle Rus ve rejim hava saldırılarının durması gerekiyor. Kabaca Türkiye’nin teklif paketinde şu başlıklar yer alıyor. Birinci başlık, Türkiye’nin “güvenlik garantisi” paketinden oluşuyor. Bu pakete göre, Türkiye’nin ilk önceliği Rusya’ya yönelik güvenlik risklerini minimize etmek. Bunun için Türkiye’nin özellikle İdlib’in güney batısında bulunan askeri gözlem noktalarını tahkim ederek ılımlı askeri guruplarla birlikte daha fazla alanı kontrol edecek şekilde yeni bir intikal süreci başlatması gerekiyor. Bununla birlikte Suriye rejimine kuzey doğuda tehdit oluşturmayacak bir güvenlik ortamının oluşmasını sağlamak da bu paketin içinde yer alıyor. İkincisi ise, Türkiye’nin HTŞ başta olmak üzere diğer irili ufaklı askeri gurupların silah bırakmalarını sağlayacak bir mekanizmayı hayata geçirmesi. Bunun için Türkiye’nin zamana ihtiyacı var. Rusya’nın yardımı ve Batı’nın desteği ile bu amaca daha kolay ulaşılabilir. Silah bırakmanın yanı sıra HTŞ’nin kendi varlığına son verdiğini ilan ederek ılımlı muhalefete dahil olması da bu planın bir parçası olmak zorunda. Bu, durumu biraz karmaşık hale getiriyor, zira Rusya’nın bu formülü kabul etmesi pek mümkün görünmüyor. HTŞ’nin ise bunlardan hangisi tercih edeceğini anlamak zor, zira örgütten farklı sinyaller geliyor. Örgütün ana tabanını oluşturan unsurların Türkiye’nin teklifine sıcak baktığını ancak lider kadronun pek istekli olmadığı anlaşılıyor.
Terörle ortak mücadele
Paketin üçüncü kısmını ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tahran ve sonrasında dile getirdiği “terörle ortak mücadele” oluşturuyor. Bu paketin en kritik noktalarından bir tanesi. Türkiye kendisine yakın ve sayıları 50 bine ulaşan muhalif unsurları, HTŞ kendisine sunulan teklifi kabul etmezse örgüte karşı düzenlenecek askeri bir operasyonda kullanabileceğini söylüyor. HTŞ’nin militan sayısı düşünüldüğünde maliyetli olsa da bu askeri operasyonun eninde sonunda başarılı olacağını söylemek mümkün. Bu durumda Afrin ve FKH benzeri, sivillerin zarar görmeyeceği bir müdahale şekli devreye girebilir. Terörle ortak mücadele bağlamında ayrıca Türkiye uluslararası destek beklentisini dile getiriyor. Burada askeri bir ittifaktan bahsetmek doğru olmaz. Daha çok siyasi bir durumdan bahsediliyor. Dolayısıyla Türkiye bütün mesaisini topyekûn bir saldırının önlenmesine harcıyor. Ancak Türkiye’nin kötü senaryo için de hazırlık yaptığını söyleyebiliriz. Eğer müdahale yoğunlaşır ve Türkiye’nin planı kabul edilmeze, Rusya, Türkiye ve ABD arasında Savunma Bakanları düzeyinde, bir yol kazasına neden olmamak için bir görüşme gerçekleşebilir. Bu görüşmenin amacı askeri düzeyde bir karışıklığa sebep vermeyecek bir mekanizmanın kurulması. Zaten böyle bir mekanizma geçtiğimiz dönemlerde farklı zamanlarda hayata geçirilmişti. Öte yandan Türkiye ılımlı muhalifleri koruyabileceği güvenlikli alanları askeri olarak daha fazla tahkim ederek, kendi koruması altına alıyor. Burada uyarı daha çok rejime yönelik. Mülteci hareketliliği konusunda ise Ankara’da “Türkiye’ye kabul ederiz” formülünü kimse aklından bile geçirmiyor. Formül daha çok Suriye topraklarında mültecilerin tutulmasını sağlamaya dönük geliştirilmeye çalışılıyor.
Eğer Türkiye’nin İdlib paketi kabul görmez ya da HTŞ silah bırakmayı kabul etmezse Rusya askeri müdahaleyi daha hızlı bir şekilde hayata geçirmeyi tercih edecek gibi görünüyor. Tabi ki bu durumda sınırlı müdahalenin İdlib’i tamamen ele geçirmeye yönelik bir süreci beraberinde getireceğini tahmin etmek hiç zor değil. Rusya İdlib’in bu şekilde yıl sonuna kadar rejim kontrolüne geçmesini planlıyor.
Böylesi bir senaryonun hayata geçmesi İdlib merkezli yeni bir kriz evresinin içine girilmesi demek. Bu birçok açıdan daha fazla risk barındırıyor. Sivil can kayıplarının hızla artması, mülteci akının yeniden canlanması ve Türkiye’nin üçlü süreçten koparak kendi güvenliğini ve önceliklerini dikkate alacağı yeni bir eksen oluşturması. Bu eksenin ağırlık merkezinde ise Afrin ve Fırat Kalkanı bölgesinde Türkiye’nin askeri varlığı oluşturacak. Bu durumun derinleşmesi halinde Türkiye’nin Suriye politikasındaki eksen de değişebilir.
Rusya ve rejim için İdlib askeri bir zafer olarak lanse edilecek olsa da siyasi olarak Astana sürecini yıkmanın maliyeti daha fazla olabilir. Dolayısıyla İdlib Suriye krizini ne hemen çözecek ne de Esed rejiminin bütün Suriye’yi kontrol etmesini sağlayacak. Tam tersine, nüfuz ve kontrol alanlarını daha fazla pekiştirerek siyasi çözüm sürecini dinamitlemiş olacak. Bütün bu kötü senaryonun gerçekleşmemesi için İdlib’i bir fırsat olarak görmek ve Türkiye’nin çabasına destek olmak şu anda yapılacak en akılcı hareket gibi görünüyor.
[Star, 15 Eylül 2018].