SETA > Yorum |
Erdoğan ın BM Konuşmasındaki Gazze Vurgusunun Anlamı

Erdoğan’ın BM Konuşmasındaki Gazze Vurgusunun Anlamı

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM konuşmasının önemli bir kısmını Gazze’ye ayırması, Filistin meselesinin Türkiye için önemine ilaveten bölgesel barış ve küresel yönetişim açısından da merkezi rolüne işaret ediyordu. Erdoğan’ın geçmişteki BM konuşma-larında da önemli yer tutan bu meseleye ilişkin ahlaki netlik ve harekete geçme çağrısının tekrar edilmesi önem taşıyordu. Uluslararası barış ve güvenliği sağlamak için kurulan BM’nin büyük güç mücadelesini aşamayan yapısal sorunları yüzünden Filistin meselesinde aciz kalması uluslararası düzenin krizinin en net örneğiydi. Türkiye’nin Filistin meselesini gündemde tutmakta ısrar etmesinin ulusal çıkarlar, bölgesel dengeler ve uluslararası sistemin geleceği açısından kritik önemi olduğunu söyleyebiliriz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM konuşmasının önemli bir kısmını Gazze’ye ayırması, Filistin meselesinin Türkiye için önemine ilaveten bölgesel barış ve küresel yönetişim açısından da merkezi rolüne işaret ediyordu. Erdoğan’ın geçmişteki BM konuşma-larında da önemli yer tutan bu meseleye ilişkin ahlaki netlik ve harekete geçme çağrısının tekrar edilmesi önem taşıyordu. Uluslararası barış ve güvenliği sağlamak için kurulan BM’nin büyük güç mücadelesini aşamayan yapısal sorunları yüzünden Filistin meselesinde aciz kalması uluslararası düzenin krizinin en net örneğiydi. Türkiye’nin Filistin meselesini gündemde tutmakta ısrar etmesinin ulusal çıkarlar, bölgesel dengeler ve uluslararası sistemin geleceği açısından kritik önemi olduğunu söyleyebiliriz.

‘’Filistin Niye Türkiye’nin Umurunda’’

BM Genel Kurulu’nu takip etmek için bulunduğum New York’ta katıldığım panelde aldığım bir soru, bize Washington’da da zaman zaman yöneltilen bir soruydu. Kısacası, ‘’Filistin Türkiye’nin neden bu kadar umurunda’’ minvalindeki bu sorunun cevabı Türk kamuoyu açısından çok basit. İsrail’in kurulmasını ilk tanıyan ülkelerden biri olmasına karşın, Türkiye hep Filistin meselesinde hassas olmuştur. Bunu ideolojik ve siyasi farklılıkların ötesinde ülkeyi birleştiren meselelerden biri olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin iç siyasetinde Filistin’e destek olmayalım veya işgali görmezden gelelim gibi bir tezin savunulamayacağını ülke siyasetini takip eden herkes bilir.

Türkiye’nin Filistin meselesiyle ilgili ulusal hassasiyetinin ötesinde, İsrail’in derinleşen işgal ve şiddetlenen etnik temizlik politikalarının bölgesel istikrarsızlığı artırmasının Türkiye’nin çıkarlarına aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Uzun yıllar İsrail-Filistin barış görüşmelerinin sürüncemede bırakılarak işgalin yeni yerleşimlere izin verilerek genişlemesine göz yumulması Filistin’in toprak bütünlüğünü yok etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buna ilişkin çarpıcı haritaları BM Genel Kurulu’na göstermesi hafızalardaki tazeliğini koruyor. İsrail’in işgali derinleştirmekle kalmayıp içerde ayrımcılığa dayalı bir siyasi sistem kurması, Arap dünyasıyla ilişkilerinin de normalleşmesine engel oluyor.

Bunun üzerine İsrail’in Filistin tarafında barışa gönüllü bir partner olmadığı tezini Batı kamuoyuna kabul ettirmesi, işgalin genişletilmesi ve Filistin’in sürekli toprak kaybı anlamına geldi. İsrail’in bölgede normal bir ülke haline gelmesini engelleyen bu süreç, İran’la düşük yoğunluklu bölgesel bir savaşın da devamı anlamına geliyordu. Egemen bir Filistin devletinin kurulamamasının hem Ortadoğu’da hem de İslam dünyasında istikrarsızlık ve çatışma ortamı yaratan bir etkisi oldu. Bu tablo, Türkiye gibi barış ve istikrar ortamında daha başarılı olan bir ülkenin çıkarlarına zarar vermeye devam etti. İç siyasetin gerektirdiği milli hassasiyet, bölgesel çatışmaların Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermesiyle birleşince bu meselenin Türkiye’nin neden umurunda olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Uluslararası Sistemin Krizi

Gazze krizi, BM’nin kendi kuruluş antlaşmasında ortaya koyulan prensiplerin İsrail tarafından hiçe sayılmasını engelleyemediğini bir kez daha gösterdi. Uluslararası sistem krizinin yönetilemez bir yere geldiğini çok açık biçimde yüzümüze vuran Gazze meselesi, BM sisteminde reforma duyulan acil ihtiyacı tekrar hatırlattı. Ukrayna’nın işgaliyle birlikte Batı’nın BM üzerinden gitmek yerine Rusya’yı izole ederek sonuç alma politikasının başarılı olduğu söylenemez. Biden liderliğinde ABD’nin Ukrayna’yı destekleyerek NATO’yu tekrar canlandırma konusunda başarılı olmasına rağmen barışı getirecek bir politika üretememesi BM’yi de iyice konudan alakasız bir duruma düşürdü. Daha önce ABD, Rusya ve Çin gibi büyük güçlerin BMGK’da müzakere etmeleriyle kritik kararlar alabildikleri dönemlerin sona erdiğini gördük.

Amerika’nın 11 Eylül sonrasında BM’nin temsil ettiği uluslararası hukuki düzeni yeniden tesis etmek adına değil de bir ‘İstekliler Koalisyonu’ kurarak terörle mücadeleye girişmesi uluslararası sistem açısından bir dönüm noktası olmuştu. Washington diğer ülkelere savaş ve barış meselelerinde BM’nin ilk adres olmadığı mesajını vermiş oluyordu. Arap Baharı döneminde de Libya’ya müdahaleyi BMGK’dan geçirmeyi başaran Obama yönetimi, buna karşı oluşan Rus tepkisini yönetememişti. Bu durumda büyük güçler istemedikçe ve birbirleriyle müzakere etmedikçe harekete geçemeyen bir BMGK tablosu ortaya çıktı.

Üye devletlerin BM’ye inancını aşındıran bu durum, büyük güçlerin nüfuzu olmadan önemli kararlar alınamayan bu uluslararası yönetişim sisteminin reforma duyduğu ihtiyacı gösteriyordu. Bugünlerde tartışılan reform önerileri arasında BM kurucu antlaşmasının yenilenmesi, beş üyeli BMGK’nın genişletilmesi ve belki de en önemlisi olarak veto gücünün aşılabilmesine olanak tanınması gibi teklifler öne çıkıyor. Büyük güçlerin bu değişiklikleri kabul etmesi hem zor olacak hem de uzun vakit alacak. Bu reform maddelerinin kısa vadede Filistin meselesinde oyun değiştirici bir etki yapması da zor. Buna rağmen Türkiye’nin uluslararası sistemin krizini daha eşitlikçi bir düzen kurulması için bir fırsata çevirmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

[Yeni Şafak, 27 Eylül 2024]