Türkiye normalleştikçe, siyaset daha sahici bir hal alıyor. Türkiye siyaseti, bir kurtarılmış bölge mantığıyla değil, küresel eğilim ve sorunlara uygun bir tarzda biçimleniyor. Küresel meseleler, daha fazla gündemimize giriyor. Dahası Türkiye, dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülke refleksiyle değil, bir bölgesel güç olarak küresel meselelere taraf oluyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma, bu dönüşümün en bariz göstergesi. Erdoğan, mevcut küresel düzeni çok net bir biçimde eleştirdi: “Irak'tan Suriye'ye Mısır'dan Libya'ya Afganistan'dan Ukrayna'ya kadar geniş bir coğrafya, derin krizler içinde insanlığın vicdanını yaralayan görüntülere sahne oluyor. 21. yüzyılda hâlâ insanlar açlıktan, salgın hastalıklardan ölüyor. Çocuklar ve kadınlar savaşlarda hunharca katlediliyor. Dünyanın zengin ülkeleri refah içinde yaşarken fakir ülkeler açlık kötü beslenme salgın hastalıklar eğitimsizlik sorunlarıyla boğuşuyor. İklim değişikliği dünyamızın ve çocuklarımızın geleceğini tehdit eden bir unsur olarak insanlığın karşısında önemli bir sınav olarak duruyor. Bu manzara insan onuruna yaraşır bir manzara değildir. Ortada bütün insanlığı ve BM'yi doğrudan ilgilendiren bir sorun var demektir. (…) Çocukların öldüğü ve öldürüldüğü bir dünyada hiç kimse masum değildir."
Erdoğan, bunları bir televizyon programında ya da gazete söyleşisinde söylemedi. BM Genel Kurulu’nda söyledi. Küresel sistemin seyrine ilişkin Türkiye Cumhurbaşkanı olarak kurucu bir eleştiri ve öneride bulundu.
Erdoğan, böylelikle uluslararası düzene yönelik güvensizliğin küresel düzlemde ne tür ağır tahribatlar yarattığını dile getirmiş oldu. Konuşmasının en önemli vurgularından biri, küresel düzlemde adalet duygusunun kaybolmasıyla birlikte uluslararası terörün bir çözüm aracı olarak gün yüzüne çıkmış olmasıydı. Uluslararası terör, uluslararası sisteme yönelik güvensizliğin bir neticesi. Ve bu neticenin ortaya çıkmasının birinci amili 1945 sonrası kurulan uluslararası sistem.
* * *
Bu konuşma, Türkiye’nin küresel düzen arayışlarına söylemsel düzlemde yaptığı katkıların somut göstergelerinden biri. Fakat önemi, bununla da sınırlı değil. Bu konuşmayı anlamlı kılan bir diğer husus, “İslami terör” kavramı etrafında şekillenen küresel karalama kampanyasına yönelik apolejetik olmayan, özgün bir cevap vermiş olması.
Batı sömürgeciliğinin ve dolayısıyla modernliğinin yükselişi sonrasında ana akım Batı yazınında İslam, “geri”likle özdeşleştirimiş, “statik” bir kültür yarattığı varsayılmış ve “şiddetle barışık” bir çerçeve içerisinde görülmüştür. Modernlik öncesinde Hıristiyanlığın ötekisi olarak algılanan İslam, modernlikle birlikte Batı’nın, medeniyetin ve hatta insanlığın ötekisi olarak kurgulanmıştır. İslam’a yönelik bu saldırılar elbette İslam dünyasında ciddi tepkiler toplamış, “İslam’ın olumlu yönleri” öne çıkarılmaya çalışılarak çeşitli cevaplar üretilmiştir. Ernst Renan’ın on dokuzuncu yüzyılda dile getirdiği “İslam’ın terakkiye (ilerlemeye) mani olduğu” mealindeki tezine verilen cevaplar bu anlamda oldukça semboliktir. Müslüman düşünür ve siyasetçiler, “İslam’ın terakkiye mani olmadığı”nı ispata çalışmışlar, bir anlamda çerçevesi sömürgeciler tarafından çizilen tartışmanın sınırlarını veri kabul ederek bu tartışmayı yürütmek zorunda kalmışlardır.
İslam’a yönelik bu özcü karalama refleksi hiçbir zaman etkisini yitirmemişse de, özellikle 1990 sonrasında çok daha canlı bir hal almıştır. Soğuk Savaş’ın son bulmasının ardından yeniden keşfedilen “İslam tehdidi”, ana akım Batı muhayyilesi için uluslararası hegemonya kurmanın araçlarından birine dönüştürülmüştür. Bu süreçte gündeme gelen ve özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında popülerleşen “İslami terör” kavramı da bu meyanda değerlendirilmelidir.
Gerek Batı’daki Müslüman toplumun, gerekse de İslam coğrafyasının seçkinleri “İslami terör” kavramı etrafında yürütülen ötekileştirme kampanyasına karşı ciddi bir mücadele vermişlerdir. Ne var ki, bu mücadele de, daha önce olduğu gibi savunmacı bir anlayış ve dille yürütülmüş, “İslam’ın terörle bağdaşmayacağı” ve “İslam’ın barış dini olduğu” vurguları ile yetinilmiştir. Oysa mesele bunun ötesindedir.
Erdoğan, söz konusu vurguları yapmakla birlikte bununla yetinmemiş, İslam coğrafyasından bir lider, ilk defa BM Genel Kurulu’nda “İslami terör” bahsi çerçevesinde doğrudan terörizmin çağdaş Batı sömürge sistemiyle ilişkisini sorunsallaştırmıştır. Uluslararası terörün ve fanatizmin, önce terör ve fanatizm olduğunu bir kere daha uluslararası kamuoyunun gündemine taşımıştır.
[Akşam, 28 Eylül 2014]