ABANT Platformu’nun Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti Erbil’de düzenlediği ‘Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak’ adlı konferans bir ilke imza attı ve Türkiyeli Türk ve Kürt aydınlarla Iraklı Kürtleri bir araya getirdi
Türkiye Süryanilerini temsilen Mardin Metropoliti de Türkiye’den giden heyet arasındaydı. İki gün boyunca barış ve gelecekten çok, bu iki kavramı ve diğer sorunları hangi ahlaki, toplumsal ve siyasi zeminde tartışmamız gerektiğini müzakere ettik. Bu zemini nerede aramak gerekiyor? Ulus-devletin çıkarlarında mı, geç kalmış milliyetçilik duygularında mı, ruhsuz bir reel-politik bağlamında mı? Bu soru, sadece Iraklı Kürtler değil, bölgedeki bütün halklarla ilişkilerimize uzanan bir soru.
Yaklaşık iki asırdır dünya sistemine hakim olan Batı-merkezci model etkinliğini ve inandırıcılığını yitirdikçe, bölge insanı da kendine, çevresine ve dünyaya bakışını gözden geçiriyor. Yeni coğrafi tasavvur, küresel sisteme entegre olmuş ulus-devlet yapısının dar ve indirgemeci kalıplarını aşmamızı zorunlu hale getiriyor. Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde ortaya çıkan ve sınırlarını Avrupalı devletlerin çizdiği suni Ortadoğu haritası, bir asırdır çözümden çok sorun üretiyor; istikrardan çok çatışmaya yol açıyor; barıştan çok savaşa zemin hazırlıyor. Aynı şekilde ulus-devletin empoze ettiği indirgemeci ve tek boyutlu etno-seküler birey ve vatandaşlık tanımları da inandırıcılığını yitiriyor. Bu tanımların yol açtığı zihin daralması, bir tarafta çatışmacı kimliklere yol açmakta, öte tarafta devlet ve iktidar merkezli bir coğrafya ve kültür tanımını dikte etmektedir. Bin küsur yıllık ortak tarihi tecrübeyi, kültürel etkileşimi ve medeniyet inşasını çatışmacı kimliklere dönüştüren bu paradigmanın bugünün gerçekleriyle örtüşmediği aşikar. ‘Kul’dan ‘gölge insan’a Balkanlardan Ortadoğu’ya ve Kafkaslara uzanan insani ve kültürel coğrafya, bu travmanın yarattığı bir parçalanmışlık, daralmışlık ve sıkışmışlık hali içerisinde bulunuyor. Her toplumda ve coğrafyada görülebilecek siyasi, dini yahut ekonomik sorunlar, çatışmacı kimlik tanımları yüzünden varoluşsal sorunlar haline getiriliyor. Türklerle Araplar arasında olduğu söylenen yüz yıllık kan davası, somut gerçekler kadar muhayyel düşmanlıklara dayanıyordu. Biz Araplara ‘bizi arkamızdan vurdular; devlete ihanet ettiler’ derken, onlar ‘Türkler gavurlaştı ve Avrupa’yı bize tercih etti; zaten geçmişte de bizi sömürdüler ve geri bıraktılar’ dediler. Neredeyse dört asırdır bir defa bile savaşmadığımız İran’a hep şüpheyle baktık. Osmanlı-Safevi çatışmasını yaşatmak için olmadık kurguların peşinden gittik. İranlıların Şii olmasını varoluşsal bir sorun haline getirdik. Şii-Sünni ayrımını aşan tasavvufu, şiiri, edebiyatı, müziği, kültürü ve hepsinin üstünde insan ve ahlak anlayışını unutmayı yeğledik. Ve Kürtlere baktığımızda, homojen, muhayyel ve etno-seküler vatandaş kurgumuzu bozan bir sorun gördük. Osmanlıdaki ‘kulları’, çağdaş ve eşit ‘vatandaşlar’ yapmak için yola çıktık ama herkesi ulus-devlete teslimiyetten başka anlamı olmayan gölge insanlar haline getirdik. Türkiye’de din ve etnisite, yani İslam ve Kürtler sorununu çözemediğimiz için bu sorunları ya görmezlikten geldik ya da rafa kaldırdık. Bunları baskı yoluyla çözmeye çalıştığımızda sorunu daha da çözümsüz hale getirdik. Bu baskılara direnenleri düşman ilan ettik. ‘Etrafımız düşmanlarla çevrili’ psikolojisiyle inşa edilen irrasyonel ve şüpheci güvenlik politikaları, dış tehditten çok ‘iç düşman’ diye tanımladığımız kendi insanımızı hedef tahtasına koydular. Birlik ve beraberlik adına izlenen politikalar, bölünme ve kopmadan başka bir şey getirmedi. Bizim doğal sınırlarımız adalet, özgürlük, eşitlik, güven ve ahlak iken, bunları ulusal çıkarlarla, etnik kimliklerle, siyasi hesaplarla değiştirdik. Kalbi ve zihni yakınlık Türkiye ile Iraklı Kürtler arasındaki ilişkiler bu dinamikler tarafından belirlenmeye devam ediyor. Korku, şüphe, gerginlik ve düşmanlık ekseninde kurgulanan politikalar, aynı beşeri ve kültürel coğrafyayı paylaşan insanları kalben ve zihnen birbirinden uzaklaştırdı. Birbirine dayanması gereken toplumlar, vekalet savaşlarının aktörleri haline getirildiler. Sınırın ötesindeki ve berisindeki Türkler ve Kürtler, birbirlerine yabancılaştılar. Türkçenin ve Kürtçenin başka dünyaların dilleri olduğu zehabına kapıldılar. Her tercümenin bir tahrif olduğunu unutarak mütercimler aracılığıyla konuşmaya başladılar. 21. yüzyılda muhayyel ve suni sınırları derinleştirerek sorunlarımızı çözmemiz mümkün değil. Sorunlarımızı sınırın ötesindekiler ve berisindekiler değil, sınırların ötesinde düşünebilen, sınırlar yokmuş gibi hareket edebilenler çözecekler. Arada sınır yokmuş gibi Genel olarak Irak ve özel olarak Iraklı Kürtler ile Türkiye arasındaki ilişkilerin bu ahlaki ve insani boyutu, kısa ve orta vadeli stratejik ve siyasi planlardan daha hayati bir öneme sahiptir. Siyasi sorunları çözmek için, siyasetin ötesinde referanslara ihtiyacımız var. Çıkar değil, değer merkezli bir bölge siyaseti, sorunların uzun vadede çözümü için elzemdir. Daha da önemlisi böyle bir siyaset mümkündür. Bu hedefe ulaşmak için Türküyle, Kürdüyle, Türkmeniyle, Arabıyla, Müslümanıyla, Hıristiyanıyla, inançlısı ve inançsızıyla hepimizin uzun vadeli düşünmesi gerekiyor. Türkiye kendi içindeki Kürt sorununu çözebildiği oranda bölgedeki diğer Kürt nüfusuyla sağlıklı ilişkiler geliştirecektir. İnkarcılık, baskı, asimilasyon, terör ve kimlik siyaseti sarmalına dolanmış bir sorunu çözecek ulusal zemini inşa etmeden ve Türkiye sathında bir asgari müşterek oluşturmadan sınırın ötesine bir güven ve huzur eli uzatmamız mümkün değil. Kürt sorununu bölgesel ve uluslararası bir sorun olmaktan çıkartmak için Türkiye cesur, özgürlükçü ve kararlı bir siyasi ve toplumsal irade göstermek zorunda. orku ve şüpheye dayalı bir Kürt algısı, Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmesinin önündeki en büyük engeldir. Güvenliğin inşası için öncelikle güçlü bir özgüvenimizin olması gerekir. Aynı şekilde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki ilişkiyi PKK ve Kerkük meselelerine indirgeyen bir yaklaşım, tarihi ve siyasi ufkumuzu daraltmaktan öte işlev görmez. Bu meyanda etnik-sekter siyasetin minimize edilmesi, hem Irak’ın geleceği hem de bölge siyaseti için hayati önem arz etmektedir. Irak’taki mahalli seçimler, Iraklıların etnik-sekter siyasetten duyduğu rahatsızlığın ilk işaretlerini verdi. Şii, Suni ve Kürtlerin sadece bu kimliklerinden dolayı bir araya gelmesi, katı bloklar oluşturması ve dışarıda kalanlara siyasi hasım, hatta öteki olarak bakması, sadece Irak’ın geleceğini tehlikeye sokmakla kalmaz, aynı zamanda bölge halklarını birbirine düşman eder. Bu hassas nokta, Türkiye’nin Irak Kürtleriyle olan ilişkileri için de önem arz etmektedir. Irak’ın geleceği İşgalin altıncı yılında toparlanmaya ve yeniden yapılanmaya başlayan Irak’ın geleceği, bu engelleri aşmasına bağlıdır. Iraklı Kürtler ile Türkiye arasındaki güvenin yeniden inşası, diğer unsurların yanı sıra, bu sürecin nasıl yönetileceğine bağlıdır. Merkezini kaybetmiş, giderek daralan ve etnik-sekter kimliklerin başat hale geldiği bir Irak, kuzeyinden güneyine kimsenin idare edemediği, bu yüzden de güven ve istikrar telkin etmeyen bir Irak olacaktır. İnsani ve siyasi olarak bölünmüş bir Irak, sadece Iraklılar için değil bölgedeki bütün ülkeler ve toplumlar için bir sorun yumağı haline gelecektir. Bu noktada Iraklı Kürtlerin Bağdat’a ve Araplara karşı giderek derinleşen şüphe ve husumet tavrı, endişe vericidir. Erbil’deki toplantıda bazı Kürt konuşmacıların ‘Bağdat’ta merkezi hükümetin güçlenmesi, Arap emperyalizminin yükselişe geçmesidir’ manasındaki açıklamaları, sorunun mahiyeti hakkında fikir verebilir. Nitekim toplantıya Kürt (hatta KDP’li) olmayan Arap ve Türkmen kimsenin davet edilmemiş olması (yahut davet edildiği söylenenlerin gelmemesi), bu tavrın bir tezahürü olarak görülebilir. Iraklı Kürtlerin yarım asırdır süren özgürlük mücadelesini Irak’taki farklı Arap yönetimlerine karşı yürüttüğü gerçeği bu tepkiyi anlamımıza bir nebze yardımcı olabilir. ‘Irak’la bütünleşme’ dediğinizde karsınıza Halepçe çıkıyor; Saddam Hüseyin zulmü hatırlanıyor. Iraklı Kürtler Bağdat’tan ve Araplardan zihnen ve kalben kopmuş durumdalar. 1990’ların başından beri elde ettikleri imtiyazlar ve özerk statü, bu hissiyatı daha da güçlendiriyor. Bu yüzden Irak ulusal siyasetine son derece mesafeli duruyorlar. Merkezi hükümetin güçlenmesini, imtiyaz ve özgürlüklerinin aleyhinde bir gelişme olarak görüyorlar. Tam bu noktada Türkiye’nin önüne bir başka sorun çıkıyor: Bağdat’ı zayıflatma ya da by-pass etme pahasına Erbil (ve Süleymaniye) ile girişilecek her ilişki, Irak Kürtlerini Irak’ın bütününden biraz daha uzaklaştıracaktır. Başından beri Irak’ın siyasi ve toprak bütünlüğüne vurgu yapan Türkiye’nin böyle bir siyaset izlemesinin mümkün olmadığı ortada. Fakat Iraklı Kürtlerin talebi de sanki tam bu yönde. Erbil ile Bağdat arasında ikilem yaşamadan Irak Kürtlerine kucak açmak ve ilişkileri güçlendirmek, zor ama zaruri bir durum. Erbil ile Bağdat arasında artan mesafenin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi, Abant Toplantısı boyunca zihnimi en fazla kurcalayan sorulardan biriydi. Yıl sonunda yapılacak Irak ulusal seçimleri, muhtemelen Bağdat hükümetini daha da güçlendirecek. Bu ise bir Maliki-Barzani çatışmasını adeta kaçınılmaz hale getiriyor. Zor ama zaruri durum Irak Başbakanı Maliki’nin, yerel seçimler boyunca öne çıkarttığı konular, adeta Kürdistan Bölgesel Yönetimini hedef alıyor. Maliki, bütün petrol anlaşmalarının Bağdat tarafından onaylanmasını, Kürtlerin Peşmerge ordusunun dağıtılarak Irak ulusal ordusuna dahil edilmesini, Anayasa’nın gözden geçirilmesini ve petrol zengini Kerkük’ün (Musul gibi) özerk bir statüyle Bağdat’a bağlanmasını istiyor. Son olarak Irak Kürdistan bölgesinin ve Iraklı Kürtlerin Türkiye Kürtleri için ifade ettiği anlamı not etmekte fayda var. Bejan Matur’un Toplantı’da söylediği gibi Türkiye Kürtleri için K. Irak, bağımsız bir devletten çok bir özgürlük alanını ve özlemini temsil ediyor. Bağımsız bir Kürt devleti hayat şansı olmayan siyasi bir proje. Ama özgürlük, devlet olmaktan daha önemli bir hedef. Bağımsızlık ile özgürlük arasındaki bu gerilim, bölgedeki bütün aktörleri etkiliyor. Bütün bu sorunlara rağmen Türkiye K. Irak’a ve Iraklı Kürtlere özel ilgi göstermeli. Bu ‘özel ilgi’, siyasi, kültürel ve ekonomik ilişkilerin en üst düzeye çıkartılması anlamına geliyor. Atılacak somut adımların başında da Erbil’e bir Türk Konsolosluğu açılması geliyor. Erbil’de Konsolosluk sadece Türk ve Iraklı Kurt iş adamlarının ve sivil toplum mensuplarının işlerini kolaylaştırmayacak, aynı zamanda Iraklı Kürtlere önemli bir dostluk ve yakınlaşma mesajı verecektir. Ayrıca Habur sınır kapısında yaşanan sıkıntı ve gecikmelerin acilen giderilmesi gerekiyor. Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki ekonomik entegrasyon ve sosyal yakınlaşma, ortak bir bölge vizyonu geliştirmek için de önemli bir adım olacaktır. Bu konferansın kırk yıl hatırı var Erbil’de düzenlenen Abant Toplantısının değerlendirme metni: Türkiye ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki münasebetlerin geliştirilmesi sadece iki tarafa değil bölgeye de barış ve istikrar getirecektir. Bu gelişme Irak’ta bulunan Kürt, Arap, Türkmen, Asuri, Süryani, Keldani, Ermeni ve tüm Ortadoğu halklarının faydasına bir gelişme olacaktır. Tarih, Coğrafya ve Kültür, Türk ve Kürt halklarını kardeş kılmıştır. Bize düşen bu kardeşlik bağlarını güçlendirmektir. Etno-milliyetçilik üzerinde kurulan her türlü politikayı reddedilmektedir. Irak’ın Türkiye sınırı aynı zamanda Irak’ın Avrupa kapısıdır. Türkiye’nin Irak sınırı ise tarihe ve medeniyete açılan kapıdır. Bu kapılar sonuna kadar açık kalmalıdır. Türkiye ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde siyasetin yanında kültür, ekonomi, ticaret, eğitim ve sağlık alanlarında da çok daha yakın bir işbirliği gerçekleştirilmelidir. Sınırdan geçişlerin kolaylaştırılması için gerekli düzenlemeler acilen yapılmalıdır. Taraflar, hukuk güvencesi altında insan haklarına saygıyı en değerli ortak payda olarak görmektedir. Hoşgörü ve diyalog zeminin yerleşmesi ve gelişmesi için her fırsat ve vesile karşılıklı olarak değerlendirilmelidir. Demokratik hak ve hürriyetlerin güvence altına alınması demokratik kurumların güçlenmesi ve ilişkilerde demokratik aktörlerin seferber edilmesi taraflarca vazgeçilmez addedilmektedir. Taraflar, Erbil’de Kürt siyasi gruplarının barışçı ve demokratik yöntemlerle sorunlarını tartışacakları bir konferansın düzenlenmesini olumlu bir adım olarak değerlendirilmektedir. Medyada barışçı, saygılı ve yapıcı bir dilin egemen olmasına gayret gösterilmelidir. Taraflar her türlü sorununun çözümünde şiddet yöntemlerini reddetmektedir. Her fırsat ve imkan kullanılarak bu tür toplantıların yapılmasını ve yaygınlaştırılmasını önemsiyoruz. Erbil’de bir Türk Konsolosluğu ve Ankara’da Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin bir temsilciliğinin açılması genel bir arzudur. Açık Görüş - 22 Şubat 2009 Pazar