Türkiye’de bir yönetim sistemi krizi ile karşı karşıyayız. Bu tablo karşısında bir tarafta başkanlık sistemine geçiş savunulurken, diğer tarafta başkanlık sistemine karşı sert bir muhalefetle karşı karşıyayız. Muhalifler başkanlık sistemine yönelik itirazlarının hukuki ve objektif olduğunu iddia etseler de, yakından bakıldığında bu itirazların ne denli siyasi ve temelsiz olduğu ortaya çıkmaktadır.
1. Başkanlık sistemi eşittir tek adam yönetimi: Bu eleştirinin temelinde başkanlık sisteminin hukukun üstünlüğü ilkesinde temellenmeyen, kaba güce yaslanan “tiranik” bir yönetim sistemi olduğu iddiası bulunmaktadır. Oysa başkanlık sistemi, aynen parlamenter sistem gibi, halkın oylarıyla işbaşına gelen ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı demokratik bir yönetim sistemidir. Şayet bu itirazla yürütmenin başı konumundaki başkanın gücü eline alıp hukukun dışına çıkacağı ima ediliyorsa, bu başkanlık sisteminin ihlal edildiği anlamına gelir. Ayrıca, bu çarpık akıl yürütmeden hareketle parlamenter sistemin de, parlamentodaki bir grubun yürütmeyi oluşturduğu hesaba katılarak, seçkin bir azınlığın yönetimi anlamında “oligarşik” bir yönetim öngördüğü ya da böyle bir yönetime evrileceği gibi tuhaf bir sonuca ulaşabilir.
KENDİNE ORYANTALİST
2. ‘Türk tipi başkanlık’ otoriter bir yönetim öngörür: ‘Türk tipi başkanlığın’ kaçınılmaz olarak otoriter bir yönetim öngöreceği iddiası oryantalist bir bakışı yansıtmaktadır. Eğer içerisinde Türk ibaresi geçen her şey demokrasiden sapmayı imliyorsa, başkanlık sisteminin alternatifi konumundaki ‘Türk parlamenter sistemi’ de aynı suçlamadan nasibini alacaktır. Bu oryantalist iddianın tam tersine, başkanlık sistemi Türkiye’de gerçek manada demokratik bir rejimin kurulması için bir tercih değil, zorunluluktur. İkinci olarak, nasıl bir başkanlık modeli uygulanacağı ise küresel demokratik normlar ile yerel toplumsal-siyasi şartlar birlikte göz önüne alınarak belirlenmek zorundadır.
Öncelikle, başkanlık sisteminin menşei ABD’dir ve dünyadaki diğer başkanlık modelleri bu model baz alınarak inşa edilmiştir. ABD’yi bu modeli geliştirmeye iten ana neden, 1776’da kazanılan bağımsızlık sonrası farklı toplumsal fraksiyonları birleştirecek ve yönetime enerji katacak bir makamın eksikliğinin hissedilmesidir. Bu eksiklik, 11 yıl sonra 1787 Anayasasıyla bir başkanlık makamının oluşturulmasıyla giderilmiştir. Başkanlık makamı, Avrupa’daki monarşinin muadili ve demokratik alternatifi olarak düşünülmüştür.
Türkiye’de ise 1922’de saltanatın kaldırılmasından sonra toplumu birleştirici rol Meclis tarafından üstlenilmiştir. Daha sonraki süreçte ise bu rolü büyük oranda askeri ve yargı bürokrasisi (ve buradan gelen Cumhurbaşkanları) üstlenmeye başlamıştır. 2000’li yıllarda demokrasiyle bağdaşmayan bu vesayetçi yapının gerileyip Meclisin tekrar ön plana çıkması gözlemlense de, ülkede birleştirici ve yürütmeye enerji katacak ‘kalıcı’ bir makamın eksikliği sürekli olarak hissedilmektedir. Örneğin, 7 Haziran-1 Kasım arası dönemde Meclisin göreceli olarak zayıflamasıyla patlak veren siyasi gelişmeler bunu açıkça gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla, başkanlık sistemiyle birlikte ülkede potansiyel olarak var olan siyasi boşluğun geri dönülmez şekilde doldurulacağı ve devlet-toplum birlikteliğinin sağlanarak gerçek manada demokratik bir rejimin inşasının gerçekleştirileceğini söyleyebiliriz.
Uygulamada nasıl bir model geliştirileceği ise küresel demokratik normlar ve ülkenin şartları göz önüne alınarak tartışılması gereken bir konudur. Tüm başkanlık uygulamalarında ortak olan nokta, yasama ile yürütme organlarının hem kurulum hem de işleyiş açısından birbirinden net bir şekilde ayrılmış olmasıdır. Yürütme-yasama-yargı arasındaki ilişkilerin sınırlarının nasıl çizileceği, yürütme ve yasama seçimlerinin zamanlaması, merkez-yerel yönetim ilişkilerinin nasıl düzenleneceği ise ülkelerin kendi şartlarına ve ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir.
3. Başkanlık mutlaka güçlü ve istikrarlı yönetim anlamına gelmez: Muhalefetin dile getirdiği bu iddia, siyasi istikrar ile toplumsal istikrar arasında yapılan ayrıma dayanmaktadır. Buna göre, başkanlık sistemi siyasal alanda etkin bir yönetim öngörse de, başkanlık seçimleriyle kazananın ve kaybedenin net bir şekilde belirlenmesinin toplumsal alanda kutuplaşmayı körükleyerek siyasi istikrarsızlık yaratacağı ileri sürülmektedir. Bu bakış açısının gözden kaçırdığı nokta, başkanlık sisteminin siyasi partileri iktidara gelmek için marjinal ve negatif siyasetten vazgeçirip toplumun merkezine yönelmeye zorlayarak, toplumu birleştirici ve kutuplaşmayı yatıştırıcı bir rol oynama potansiyeline sahip olmasıdır. Türkiye özelinde düşünüldüğünde, ülkede kutuplaşmanın toplumsal bir zemini olsa da, siyasetin bunu etkilemesi ve değiştirmesi gayet mümkündür. Daha açık bir ifadeyle, başkanlık sistemiyle birlikte muhalefet açısından toplumsal istikrarsızlığı siyasi ranta çevirmek büyük oranda bir siyasi tercih ve strateji olmaktan çıkacaktır.
FEDERASYON ŞART MI?
4. Başkanlık sistemi federatif bir yapı öngörür: Bu görüş, başkanlık sisteminin genellikle coğrafi alanı geniş ve eyaletlere bölünmüş ülkeler tarafından tercih edilmesinin yarattığı akıl karışıklığından kaynaklanmaktadır. Coğrafi boyut açısından Türkiye’ye benzeyen ve başkanlık sistemiyle yönetilen Güney Kore üniter bir devlet yapısına sahiptir. Kaldı ki, parlamenter sistemle yönetilen Almanya gibi ülkelerde de federal devlet yapısına rastlanmaktadır. Kısaca, başkanlık sistemi ile federatif yönetim arasında organik bir bağ yoktur. Başkanlık sistemi üniter devlet yapısıyla da uyumludur ve iddia edildiği gibi bir parçalanmaya yol açmaz.
5. Başkanlık sisteminde yasama organı parlamento iki meclisli olmak zorundadır: İki meclisli parlamento yapısı iki nedene dayanmaktadır ve başkanlık sistemiyle bir ilişkisi yoktur. Öncelikle, devlet eğer federatif bir yapıdaysa, parlamentonun üst meclisi eyaletlerin, alt meclis ise halkın temsil edildiği yer olarak dizayn edilir. ABD buna iyi bir örnektir. İkinci neden ise, sınıfsal farklılıklardan dolayı elitler kendi siyasi pozisyonlarını ve ayrıcalıklarını korumak için ikili bir parlamento yapısı oluşturarak üst meclisi üst-sınıflardan, alt meclisi ise alt-sınıflardan gelen temsilcilerden oluşturmuşlardır. Burada mesele, alt-meclisin gücünün üst-meclis tarafından sınırlandırılarak kontrol altına alınması, devletin topluma açılmasının ve demokratikleşmesinin devlet yönetiminde istikrarsızlığa yol açmasının önüne geçilmesidir. Parlamentosunu lordlar ve avam kamarası şeklinde iki meclisli olarak oluşturmuş İngiltere buna iyi bir örnektir. Ayrıca, İngiltere’nin parlamenter sistemle yönetildiği göz önüne alındığında, çift-meclisli parlamento yapısının başkanlık sistemine has olmadığı açığa çıkacaktır. Ayrıca, parlamenter sisteme sahip Türkiye’nin de 1960-80 yılları arasında benzer ideolojik-sınıfsal nedenlerle çift-meclisli bir yapıya sahip olduğunu hatırlatmak gerekir.
6. Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi yönetim sisteminde fiili bir değişiklik yaratmamıştır: Yürütmenin görece daha fazla yetkilere sahip (Anayasanın 104. maddesine göre) aktörü konumundaki cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesiyle parlamenter sistemin sınırları dışına çıkılmıştır. Bu, tam anlamıyla başkanlık sistemine geçildiği anlamı taşımaz, ancak parlamenter sistemin fiilen sınırlarının ötesine geçildiğinin de kabul edilmesi gerekir. Dünyada parlamenter sistemle yönetilen başka ülkelerde de cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilerek iş başına geldiği iddiaları ise, o parlamenter sistemlerde cumhurbaşkanının yetkilerinin, Türkiye’den farklı olarak, sembolik olmaktan öteye geçmemesi nedeniyle ikna edici değildir.
7. Başkanlık Türkiye için uygun değildir, toplumsal kutuplaşma yaratır: Türkiye’de toplumsal kutuplaşmanın biri yapısal diğer aktör-odaklı iki sebebi bulunmaktadır. Birincisi, bir siyasi-toplumsal düzenden başka bir düzene geçiş aşamasında olmamızın yarattığı toplumsal ve hukuki belirsizliklerdir. Diğeri ise, bu belirsizlik ortamında toplumsal-siyasi değişimi durdurmak için muhalefetin toplumda kutuplaşmayı körüklemesi ve iktidarı da kutuplaştırıcı bir söyleme hapsetmeye çalışmasıdır. AK Parti zaman zaman bu tuzağa düşse de, her defasında reformist ve topluma açılan siyasetiyle tekrardan kutuplaşmayı azaltan bir siyasete dönmeyi bilmektedir. 7 Haziran’daki tablodan 1 Kasım’a dönülmesi bu noktadan ele alınabilir. Bu açıdan bakıldığında başkanlık sistemi tam tersine, kutuplaşmayı üreten yapısal sorunları ortadan kaldırarak ve muhalefet partilerini toplumsal merkeze çekerek ülkede kutuplaşmayı sonlandırma ve hafifletme fırsatı sunmaktadır.
MONARŞİDEN DEMOKRASİYE GEÇİŞ
8. Erdoğan başkanlığı Türkiye için değil, kendisi için istiyor: Yetki-sorumluluk dengesi açısından Cumhurbaşkanı Erdoğan, şu an en ideal şartlara sahiptir. Geniş yetkilere sahipken, vatana ihanet dışında herhangi bir siyasi sorumluluğu bulunmamaktadır. Başkanlık sistemi bu dengeyi değiştirecektir; başkan seçilmesi durumunda Erdoğan’ın siyasi sorumlulukları artacaktır. Bu açıdan bakıldığında, Erdoğan’ın şahsi çıkarları için başkanlık sistemini istemesi makul gözükmemektedir. Ancak, ülkeyi daha demokratik ve güçlü kılacağını öngördüğü 2023 vizyonu siyaseti açısından başkanlık sistemini istemesi, her vatandaşın olduğu gibi Erdoğan’ın da doğal siyasi hakkıdır.
9. AK Parti’nin 2012’deki başkanlık önerisi demokratik değil: AK Parti’nin 2012’de sunduğu başkanlık sistemi taslağında istikrar vurgusu öne çıkmaktadır. Burada özellikle, başkanlık ve parlamento seçimlerinin eş zamanlı yapılması ve yasal düzenlemenin olmadığı alanlarda başkana KHK çıkarma yetkisinin sunulması dikkate değerdir. Bu öneriler yürütme ile yasama arasında uyumu ve yasama süreçlerinin hızlandırılmasını öngörmektedir. Bu öneriler elbette tartışmaya açıktır, ancak bunlar üzerinden taslağın demokratik olmadığını söylemek oldukça abartılıdır.
10. Gelişmiş Avrupalı demokrasiler başkanlığı değil, parlamenter sistemi tercih ediyor: Avrupalı devletlerin parlamenter sistem tercihi ilkesel olmaktan ziyade tarihi şartlarla açıklanabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi ABD’de başkanlık makamı, toplumu birleştirici ve yürütmeye enerji katacak bir makamın eksikliğinden dolayı doğmuştur. Monarşik yapılarını muhafaza eden Avrupalı devletler bu konuda büyük krizlerle karşılaşmamışlar, monarşiye parlamentoların eklemlenmesiyle yüzyıllara yayılan bir değişim yaşamışlardır. Sonuçta monarşi ile parlamenterizmden eklektik bir yönetim sistemi inşa etmişlerdir. Parlamenterizmin beşiği sayılan İngiltere Birleşik Krallığı bunun en güzel örneğidir.
Fransa gibi monarşiyi kaldırıp (1789) sert bir siyasi geçiş yaşayan gelişmiş Avrupalı ülkeler ise, daha sonraki süreçte parlamenter sistemden başkanlığa doğru geçiş yapmak zorunda kalmışlardır. Hükümet ömrünün 8 ay gibi kısa bir zamana düştüğü ve siyasi istikrarın bir türlü sağlanamadığı Fransa’da, 1958 Anayasasında yapılan değişiklikle 1961 yılında (yarı)başkanlık sistemine geçilmiştir. Bu tarihi süreç ve yapısal faktörler dikkate alındığında Türkiye’nin Fransa’ya ne denli benzediği ortaya çıkacaktır. Türkiye’de Meşrutiyet deneyimleriyle yumuşak bir geçiş şansı doğmuş, ancak Cumhuriyetle birlikte gerçekleştirilen sert siyasi geçiş bu ihtimali ortadan kaldırmıştır. Bu durumun yarattığı sorunlar nedeniyle, aynen Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de toplumu birleştirecek ve yönetime enerji katacak başkanlık makamı ihtiyacı kendini hissettirmektedir. Ayrıca bunlara ek olarak, son dönemde dünyada parlamenter sistemden başkanlığa doğru bir geçiş trendinin olduğunun da altı çizilmelidir.
[Star Açık Görüş, 22 Kasım 2015]