HSKY seçimleri bağlamında karşı karşıya kaldığımız en büyük manipülasyon, bu seçimlerin “erkler ayrılığı” söylemi etrafında tartışılması. Yapılan tartışmalarda, milli iradenin sadece yürütme tarafından temsil edilmediği, muhalefetle birlikte yasama ve yargı tarafından da temsil edildiği vurgulanıyor. Yine bu bağlamda “yürütmeye uyarlı bir yargı”nın söz konusu olamayacağı ifade ediliyor.
Ortadaki mesele son derece somut esasında. Kamuoyunda ciddi bir korku var. Milletten değil, kapalı bir yapıdan, o yapının liderinden emir aldığı düşünülen birilerinin, HSYK gibi geniş yetkilerle donatılmış bir kuruma seçilme ihtimali toplumda bir rahatsızlık uyandırıyor. Tartışmayı “erkler ayrılığı” gibi siyaseten anlamsız bir çerçeveye sıkıştırmak, hiç de masum bir çaba değil.
Bence HSYK seçimleri bağlamında konuşmamız gereken başka teorik meseleler var. Bundan 7-8 yıl öncesine kadar YÖK’ün yapısını konuşuyorduk. YÖK başkanının siyasete ilişkin sarf ettiği iki cümle manşetlere oturuyor, vesayet odaklarının rejim krizi üretme çabalarına meze oluyordu.
Nihayetinde 27 Mayıs’tan sonra “yüksek yargıçlar” ve “yüksek üniversite hocaları” vesayet odaklarının yumuşak gücünü oluşturdular. Askerin silahının ucuna iliştiler, susturucu vazifesi gördüler.
Dün Star gazetesinin Açık Görüş ekinde YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’nın “YÖK yok olmalı mı?” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Şöyle diyor Çetinsaya: “Yükseköğretimi yeniden yapılandırmanın bir cephesi benim başında bulunduğum kurumu lağvetmek, bütün kötü hatıraları ile birlikte tarihin derinliklerine göndermek. Bu sadece kurulduğundan beri bir vesayet aracı şeklinde kullanılmış bir kurumu ortadan kaldırmak anlamına gelmiyor, aynı zamanda artık bürokratik olarak da işlemesi imkansız hale gelmiş bir kuruluşu dönüştürmek anlamına geliyor.”
Bu cümlelerin muhatabı sadece YÖK değil. Bence “meslektaş yönetimi” paradigmasıyla işleyen bütün üst-kurullar. Meslektaş yönetimiyle neyi kastettiğimi ve bu yönetim biçiminin alternatifinin ne olduğunu açıklamaya çalışayım.
Malum, askerler, doktorlar ve mühendisler Türk tipi Batılılaşmanın mimarları. 27 Mayıs sonrasında buna hukukçular ve üniversite mensupları da eklendi. Bunu söylerken, söz konusu mesleklerde yer alanların tümüne ilişkin yargılarda bulunmuyorum. Weberyen anlamda ideal-tipler olarak düşünün onları. Bu meslek grupları, süreç içinde çok katı bir taassub geliştirdiler. Bu taassubun 3 yansıması oldu: 1) Güçlü dayanışma ağları 2) Monolitik bir zihniyet 3) Kendi kaderini tayin hakkına ilişkin mutlak inanç.
Yani mühendislerle ilgili kararları sadece mühendisler, hukukçularla ilgili kararları sadece hukukçular, tıpçılarla ilgili kararları sadece tıpçılar verebilir. Üniversite hocaları zaten her şeyi bilir. O yüzden 21 tane üniversite hocası -onların da profesör olması şarttır- bir araya gelip üniversitelerin geleceğini, yükseköğretim ve bilim politikalarını tayin edebilir. Hatta ve hatta yüksek disiplin kurulu olarak faaliyet gösterir. Örneğin o kurula parlamentodan birini atamak, yahut parlamentonun birini atamasına izin vermek söz konusu dahi edilemez. Hukukçular için de aynı şey söz konusu. Meslek mensupları bir araya gelir ve kendi gelecekleri ile ilgili kararları kendileri verir. Vermek ister. Bunu mutlaklaştırır, adaletin varlığını yahut yokluğunu buna bağlar. Bu durumda, sahip oldukları dayanışma ağlarının ve