Türkiye'nin iç ve dış siyasetini değerlendiren analizler gittikçe klişe haline gelen bir döngü izlemeye başladı. İç siyasette, sivil vesayetten faşizme kadar bir dizi kavram Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti aleyhinde özensizce seferber ediliyor.
Türkiye'nin "faşist bir Sünni rejime" doğru gittiğini seslendirenler otoriterlik suçlamasını dini, mezhebi bir forma bürüyorlar. Dış siyasette ise hükümetin yanlış kararları yüzünden yalnızlık içinde olduğu, bütün komşularıyla sorun yaşadığı ve daha da önemlisi Batı'dan tecrit edildiği argümanı öne çıkarılıyor. BBC International'da Mark Lowen imzalı yazı buna son bir örnek.
Lowen, AK Parti muhalifi çevrelerin eleştirilerini hiç de uğraşmadan dolaşıma sokuyor ve Erdoğan'ın liderliğinde Yeni Türkiye'nin uluslararası toplumdan dışlanarak kâbusa sürüklendiği yorumunu yapıyor. Vardığı sonuç ise Yeni Türkiye'nin 'kutuplaşmış, mutsuz ve hem içerideki hem dışarıdaki dostlarını hızla kaybeden Türkiye' olduğu...
Dış politika eleştirilerinin başkentleri meşgul etmesi demokrasilerin olmazsa olmaz bir özelliği... Obama Yönetiminin Ortadoğu politikasının birçok ayağının Cumhuriyetçiler tarafından eleştiriliyor olması ve hatta Obama'nın Nixon'dan bu yana en yalnız başkan olduğu yorumunun yapılması gibi... Ancak Türkiye söz konusu olduğunda yapılan eleştiriler tekrar eden ve döngüsel bir mahiyet kazanıyor. Bu durumda Türkiye'nin politikalarındaki eksikliklerin ya da tercihlerin payından ziyade inşa edilen "uluslararası mahalle baskısının" katkısı daha büyük.
Türkiye'nin uluslararası imajının gittikçe olumsuzlaşmasında içteki AK Parti muhalifi çevrelerin (sol-laikçi, Gülenci ve Kürt milliyetçisi) bilinçli ve canhıraş kampanyasının kritik bir rolü var. Rekabet halindeki ülkelerin siyasi- diplomatik tavizler için birbirlerine yönelik mahalle baskısı oluşturması anlaşılabilir bir taktiktir. Ancak Türkiye'de mücadele halinde olan aktörlerin kendi ülkelerinin hükümetine karşı bu derece radikal bir kampanya yürütmesi makul bir olgu değil. Zira diyasporik anlamda negatif bir muhalefete bürünen bu kampanya bariz bir hedefe sahip: Türkiye'nin etkisizleştiği, dünyadan koparak içine kapandığı yönünde bir uluslararası imajı yerleştirmek. Hem de AK Parti'nin önümüzdeki seçimlerde yüzde 50 oy almasından bahsedildiği bir ortamda.
Nitekim bu kampanyanın bir amacı da sandıkta elde edilecek demokratik meşruiyet ve istikrara rağmen hükümeti etkisizleştirme çabası. Türkiye'nin son dönemde seslendirdiği özgüven ve iddiasından vazgeçmesi. Sınırlarını, yani haddini bilmesi. Yani iktidarda olan bir partinin muktedirliğini sınırlandırma gayreti.
Hükümetin iç ve dış politikada eleştirilecek uygulamaları elbette var. Yeni Türkiye'nin inşasında kentleşmeden iş güvenliğine birçok alanda daha iyi dizayn edilmiş mikro politikalar geliştirilmesi lazım. Ancak konunun özü burada değil. Yeni Türkiye'nin nasıl kurulması gerektiğini söylemek başka bir şey, sürekli olarak Yeni Türkiye'yi etiketlemek başka bir şey. Bu çabanın en sıkıntılı yanı Türkiye'nin kendi sermayesinin kendi aleyhine kullanılıyor olmasıdır.
Hükümetin yeni Türkiye söyleminin boşa çıkarılmasına, içinin boşaltılmasına yönelik bu uluslararası kampanyayı sert açıklamalarla karşılayamayacağı ortada. Birbiriyle bağlantılı argümanların döngüsel hale gelmesi ciddi bir değerlendirme yapmayı gerektiriyor. Seçimleri kazanmak organize grupların diyasporik çalışmalarını boşa çıkarmıyor.
AK Parti, muhaliflerinin Türkiye aleyhinde seferber edilmesini engelleyecek bir gündemi yaratmak zorunda...
[Sabah, 21 Kasım 2014]