Siyasi partilerin AK Parti’yi kuşatmak üzere bir araya gelmiş olmaları ve bürokrasinin perdenin önünden çekilmesi, rekabetin demokratikleştiği anlamına gelmiyor.
Çünkü siyasetin önceliği, başka bir partiyi kuşatmak olamaz. Seçmenler, destekledikleri partilerden kendi sorunlarının ve çözüm beklentilerinin sözcülüğünü üstlenmelerini isterler. Bu anlamda, her bir siyasi partiyi diğerinden farklılaştıran temel dinamik, geldikleri gelenek ve bu geleneğin sorunlara yönelik çözüm perspektifidir.
Son günlerde siyasal alanda yaşanan birçok gelişme, AK Parti iktidara geldiği günden beri var olan AK Parti’yi bürokratik mekanizmalarla kuşatma politikalarının geride kaldığı yönündeki görüşlerin dile getirilmesine yol açmaktadır. Bu görüşte olanlar, müesses nizamın artık bürokratik mekanizmaları kullanmaktan vazgeçtiğini ve daha demokratik bir çizgide, toplumsal desteğe yaslanarak AK Parti’yi kuşatma yolunu benimsediğini savunuyorlar. Siyasal alanda, böyle bir algıya yol açan gelişmelerinin başında Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa seçilmesi ile CHP’nin söyleminde yaşanan değişim geliyor. Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişiklik paketinin referanduma sunulmasını engellememesi ve paketi esaslı bir değişikliğe uğratmaması da bu algıyı güçlendiriyor. MHP ve BDP’nin CHP’nin bayraktarlığını yaptığı ‘Hayır’ bloğunda yer almaları, AK Parti’yi kuşatma stratejisinin toplumsal destek aranarak gerçekleştirilmeye başlanması olarak yorumlanıyor. Ancak bu gelişmelerin, müesses nizamın AK Parti ile mücadelesinde esaslı bir strateji değişikliğinin, daha önemlisi demokratikleşen bir rekabetin göstergesi olup olmadığını anlamak daha derinlemesine bir analiz gerektiriyor.
AK Parti iktidara geldiğinden beri, müesses nizamın imtiyazlı aktörleri, AK Parti’yi iktidardan düşürmek için denemedik yol, gerçekleşmedik hamle bırakmadı. Toplumu kaosa sürükleyerek darbe ortamı hazırlamak için birbiri ardına planlar yapıldı, Cumhurbaşkanlığı seçimi krize dönüştürüldü, askeri muhtıra yayınlandı, AK Parti’ye kapatma davası açıldı, yasama ve yürütmenin pek çok tasarrufu yargı tarafından askıya alındı, AK Parti dışındaki partiler cepheye sürüldü...
Hedef eski strateji yeni
Ancak, AK Parti, kimi zaman elitler mutabakatına yaslanarak, kimi zaman önceliklerini değiştirerek ama her zaman topluma yaslanarak ve ürkekçe de olsa mevcut vesayetçi düzenin anayasal temellerini aşındırıp demokratik standartları yükselterek, kendisine yönelik kuşatmaları yarmayı başardı. AK Parti bürokrasiye ve onun cephesinde sahaya sürülmüş siyasilere karşı milli iradenin sözcülüğünü yüklenme kararlılığı gösterdikçe, toplum desteğini esirgemedi. Bütün bu hamlelerin iki amacı vardı; ya AK Parti ürkekleştirilecekti, ya da ardındaki toplumsal destek zayıflatılacaktı. İkisi de gerçekleşmeyip AK Parti anayasa değişiklik paketi ile vesayetçi düzenin temellerini hedef alınca ve toplum da bu hamleyi destekleyeceğinin işaretlerini verince, AK Parti karşıtı cephe strateji değiştirmek zorunda kaldı. Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesi ile başlayan yeni stratejinin hedefinde bir değişiklik yok: AK Parti’yi kuşatmak, iktidardan düşürmek veya iktidarsızlaştırmak. Eskiden, bürokrasi aracılığıyla yasal sınırlar zorlanarak gerçekleştirilmeye çalışılan bu kuşatma, şimdi siyasal aktörler üzerinden toplumsal destek hedeflenerek yapılmaya çalışılıyor. Bu stratejinin kısmen rasyonel temellere oturması, onu önceden izlenmekte olan stratejiye göre daha iş yapabilir kılıyor.
Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye toplumu, bürokrasinin seçilmiş meşru temsilcilere karşı yürüttüğü mücadelede, bürokrasiye direneceğine inandığı siyasi aktörlere destek sunmada cömert davrandı. Darbe sonralarında yapılan genel seçimlerin sonuçları bunun en bariz kanıtıdır. Çoğunlukla bürokrasi ile mücadeleyi sağ partiler göğüslediği için toplum, bu partileri destekledi. Sol partiler de, toplumdan alamadığı iktidar yetkisini bürokratik müdahaleler marifetiyle kullanma geleneğinin dışına çıktığı dönemlerde, toplumdan destek bulmakta zorlanmadı. 1970’ler boyunca Ecevit CHP’sinin ve 1990’ların ilk yarısındaki SHP’nin, solun geleneksel siyasi kalıplarının dışına çıkarak, yüzlerini topluma döndüklerinde gördükleri teveccüh, bunun örnekleri olarak hatırlanabilir.
Karşıtlık parti programı mı?
Aynı denklem, bugüne kadar, AK Parti’yi iktidarın tek adayı haline getirirken, CHP’yi yüzde 20’lere hapsetti. AK Parti karşıtı cepheyi, yarım asırlık bir gecikmeyle de olsa, süregelen stratejisinde revizyona gitmeye iten rasyonalite de bu denkleme dayanıyor. Gerçi bu rasyonalitenin henüz müesses nizamın onayından geçip, uygulanabilir bir stratejiye dönüştüğünü söylemek için erken. Bugün için net olan, bürokrasinin en güçlü müttefiki CHP’nin liderlik değişimi ile beraber yüzünü toplumsal destek arayışına döndüğü ve AK Parti karşıtı cephenin MHP ve BDP’yi de yedeğine alarak sivil ayağını güçlendirdiğidir. Bu değişim ile birlikte sivil-siyasi alanın güçlenmesine, bürokratik ayağın geri plana çekilmesi eşlik etmektedir.
Yeni stratejinin en önemli test alanı, içinde bulunduğumuz referandum sürecidir. Anayasa Mahkemesi’nin, son yılların geleneksel tutumunu göstermeyip, sınıfsal ayrıcalıklarını korumaya yönelik 2 değişiklik dışında pakete esaslı müdahalelerde bulunmayışı ve referandumu toptan iptal etmek yerine, onaylama veya reddetme inisiyatifini topluma bırakma yönünde karar vermesi, revize edilen stratejide bürokrasinin geri plana çekildiğinin başka bir göstergesidir. Bürokrasi siyasete müdahale etmekten geri durmamış, ancak müdahale sınırlı tutulmuştur. Revize edilen AK Parti’yi kuşatma stratejisinin ikinci ayağını oluşturan mücadelenin akıncılığını sivil-siyasi aktörler üstlenmektedir. Nitekim referandum kararı ile beraber, normalde siyaseten yan yana durması mümkün olmayacak CHP-MHP ve BDP, bürokratik bir kurgunun sivil oyuncuları olarak, AK Parti karşıtlığında bir araya gelmişlerdir. Bu gerçeklerden hareketle, içinde bulunduğumuz süreci, artık toplumsal desteğin yegâne iktidar belirleyici unsur olduğunun kabulü ile yaşanan bir strateji değişikliği olarak nitelemek doğru olmayacaktır. Bunu daha çok, toplumsal desteğin bürokratik müdahalelerin yedeğine alındığı bir strateji revizyonu olarak görmek gerekmektedir. Siyasi partilerin AK Parti’yi kuşatmak üzere bir araya gelmiş olmaları, bu süreçte bürokrasinin perdenin önünden çekilmesi, siyasetin normalleştiği, rekabetin demokratikleştiği anlamına gelmiyor. Çünkü siyasetin önceliği, başka bir partiyi kuşatmak olamaz. Seçmenler, destekledikleri partilerden öncelikle kendi sorunlarının ve çözüm beklentilerinin sözcülüğünü üstlenmelerini talep ederler. Bu anlamda, her bir siyasi partiyi diğerinden farklılaştıran temel dinamik, geldikleri gelenek ve bu geleneğin sorunlara yönelik çözüm perspektifidir.
Seçmenine ihanetin sonu
Bugün siyasi partilerin beslendiği hangi geleneğin, hangi öncülleri referandumda ‘Hayır’ cephesinde yer almalarını gerekli kılıyor? Birçok farklı-karşıt gelenekten beslenen siyasi partileri referandumda Hayır blokunda birleştiren esas saik, hiç şüphesiz, AK Parti karşıtlığıdır. Bu nedenle, geleneklerinin ve cari çözüm perspektiflerinin farklılığına ve seçmenlerinin büyükçe bir çoğunluğunun hilafına rağmen, AK Parti karşıtlığında birleşen siyasi partiler ‘normal’ bir siyaset yürütmemektedirler. Seçmenlerinin taleplerini karşılamaya yönelik farklı perspektiflere sahip olmaları dolayısıyla, farklı yapılar altında örgütlenen siyasi partilerin, bugün siyasetlerinin önceliğini, kendi seçmenlerinin taleplerini, çıkarlarını temsil etmekten öte, rakip partiyi zayıflatmaya hasretmeleri, normal bir siyasal faaliyet içinde olduklarını göstermemektedir.
Görüş farklılığı, elbette partilerin karşı karşıya gelmesini sağlayabilir. Ancak partiler, karşı karşıya gelmek amacıyla farklı görüşlere sahip olamazlar. Eğer ikinci durum geçerliyse, var olan siyaset normal bir siyaset olarak tanımlanamaz. Çünkü siyasi partiler kendi çıkarları ve seçmenlerinin talepleri, AK Parti’ye karşıt bir pozisyon takınmayı zorunlu kıldığı için AK Parti karşıtlığını ana siyaset olarak belirlemiş değiller. Bilakis, özellikle MHP ve BDP, parti çıkarları ve seçmenlerinin taleplerinin hilafına AK Parti karşıtı bir siyasal pozisyonu takınmış durumdalar. Oysa partilerin çıkar tanımları, onları AK Parti karşıtı bir pozisyona kendiliğinden sürüklemiyor. Bu durum, özellikle MHP ve BDP bağlamında sayfalarca gerekçe ile ortaya konulabilir.
Bugün, kendi çıkarlarını ve seçmenlerinin önceliğini görmezden gelerek, AK Parti’nin kuşatılmasını birincil öncelik haline getiren siyasi partilerin tutumları, merkez-sağ partilerin 2007’deki Cumhurbaşkanlığı oylamalarındaki politikasını ve 28 Şubat sürecindeki siyasal gelişmeleri hatırlatmaktadır.
2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı, CHP’nin siyasi sözcülüğü, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Cumhuriyet mitingleriyle toplumsal sözcülüğü, ordunun 27 Nisan muhtırasıyla bürokratik sözcülüğü üstlendiği bir muhalefet cephesiyle karşılaşmıştı. Hem toplumsal vicdana hem de Cumhuriyet tarihinin yasal teamüllerine aykırı olmayan Gül’ün adaylığı, vesayetçi kaygılarla engellenmeye çalışılmıştı. Şapkadan tavşan çıkarılarak icat edilen 367 yeter sayısıyla, Gül’ün AK Parti grubu tarafından seçilmesi zora sokulmaya çalışılmıştı. Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu başkanlığındaki merkez-sağ partiler, seçmenlerinin ve hitap ettikleri toplumsal kesimlerin taleplerine aykırı bir şekilde, bürokratik vesayet yanlılarının sürdürdüğü kampanyanın etkisinde kalarak, Meclis’teki oylamaya katılmayarak icat edilen 367 yeter sayısına ulaşılmaması oyununa alet olmuşlardı. Bu süreçte, Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki krizin merkez-sağ partilerin figüran oldukları bu oyun nedeniyle aşılamaması erken seçimleri zorunlu kıldı ve merkez sağ partiler, büyüme trendlerinin aksine meclis dışı kalarak siyasal yaşamdan silindiler. Ağar ve Mumcu, seçmenlerinin taleplerine karşı bürokratik hesaplara alet olmanın bedelini siyasal yaşama veda etmekle ödediler.
Hayır cephesinin ortak derdi
Benzer bir durum, daha önce 28 Şubat sürecinde yaşanmıştı. 1994-2002 arasında, önce RP, sonra da FP, bugün AK Parti’nin maruz kaldığı kuşatılmışlığa muhatap olmuş ve bütün siyasi partilerin seçim öncesi ve sonrası siyasal faaliyetleri ‘irtica ile mücadele’ ismi altında bu partileri izole etmeye indirgenmişti. Bu partilerin siyasi cüzzamlı olarak damgalanması, 28 Şubat koalisyonunun ‘bu kez işi silahsız kuvvetler çözsün’ direktifi ile merkez-sağ ve sol partilere, medya, iş çevreleri ve kanaat önderlerine görev vermeleriyle mümkün olmuştu. O gün RP ve FP dışı siyasal partilerin siyasetlerine anlam veren asıl saik, seçmenlerinin taleplerinden öte, zinde güçlerin talepleri idi. Bugün de MHP ve BDP’yi CHP’nin yanında AK Parti karşıtı koalisyonun aktörü olmaya yönelten siyasal durum aynı mühendisliğin sonucudur. Oyları bütün oyların çeyreğine ulaşmayan bir partinin iktidar olmasını engellemek için seferber olan partiler, seçmenlerinin taleplerine sırt çevirip karanlık odalarda yazılan senaryonun figüranı olmanın bedelini siyasal hayattan silinerek ödediler. Bugün de, oyların yarıya yakınını alan bir iktidar partisinin zayıflaması için seçmenlerinin eğilimlerinin hilafına bir politikaya angaje olan siyasi partilerin bu tutumlarının siyasi sonuçlarını düşünmelerinde yarar var.