Türkiye’nin radikal sol ve liberal sol çevreleri, AK Parti iktidarından rahatsızlar. Son birkaç senede ise bu rahatsızlıklarını eyleme dökecek ve uluslararası networklerini kullanarak Türkiye’yi Batılı entelektüeller nezdinde “mahkûm ettirecek” bir konjonktüre sahip olduklarını düşünüyorlar.
Yani şu anki eylemsellikleri, içinde bulunduğumuz konjonktürün bu çevreleri kullanışlı yapmasıyla doğrudan alakalı. Türkiye aynı anda mücadele verdiği iç ve dış politikaya ilişkin konular sebebiyle bölgesel ve küresel bir kutuplaşmanın bir tarafı; bu kutuplaşma ise Türkiye içerisindeki ideolojik ve sosyo-ekonomik bölünmeleri yerelsellikten uzak bir mecraya sürükleyip, bu bölünmeleri küresel ve bölgesel aktörler için kullanışlı bir hale getirdi.
Diğer bir ifadeyle Türkiye’de sıklıkla bahsedilen kutuplaşmanın bölgesel ve küresel bir yönü var ki Türkiye de ister istemez bu kutuplaşmadan nasibini alıyor. Örneğin Arap Baharı’na karşı tavrınız sizi otomatik olarak bir bloğun parçası yapıyor. Ya da Suriye meselesinde bir pozisyon aldığınızda karşınızda düşman bir kutup beliriyor. Yani Türkiye, Allah korusun, Esed rejiminden yana pozisyon alsaydı bile karşısında başka bir düşman kutup belirecekti ve şu an o kutbun operasyonlarına maruz kalacaktık. Mısır’daki darbeye ve İsrail’e karşı duruş da PKK meselesi de bu kutuplaşmaya örnek verilebilir. Zira PKK Arap Baharı’nda statükonun yanında yer alan Suriye meselesinde de Esed rejimine arka çıkan kutbun bir parçası ve Suriye ve Irak’taki saçaklanmaları bu kutup tarafından destekleniyor.
Yanlış anlaşılmasın bu konumlandırma sadece Türkiye’nin parçası olduğu bir konumlandırma değil. Pozisyon alan tüm aktörler aldıkları pozisyona göre doğal olarak bir kümede konumlandırılıyorlar. ABD de böyle, Rusya da. Suudi Arabistan da İsrail de İran da aynı işleme tabi tutuluyor.
Mevcut konjonktürde Türkiye’ye dair bulunduğunuz kutuptan oldukça konforlu salvolar yapmanız mümkün. Devrin şartları sebebiyle salvonuzun içeriği ve gerçekle temasından çok ses çıkarması ve operasyonel değeri önem taşıyor. Yani “Türkiye, Meksikalı uyuşturucu kartellerinin arkasında” şeklinde deli saçması bir iddia ortaya atsanız, buna inanan kelli felli radikal sol, liberal sol aydın da bulursunuz, bu haberi manşet atacak Batılı ana akım gazete de bulursunuz, bu iddiayı Türkiye içerisine taşıyacak ve bunu seçim malzemesi yapacak gazeteci de siyasetçi de bulursunuz.
Konjonktür göz boyuyor, aldatıyor, pusulayı şaşırtıyor. Sırf konjonktürün yarattığı radyoaktif ortam sebebiyle, teröre maruz kalan Türkiye’yi terörle suçlayacak kadar akıldan, izandan ve insaftan uzak bir metnin altına en azından temel sebep-sonuç ilişkisini kurmasını beklediğimiz isimler imza atabiliyor. Mesela Immanuel Wallerstein bu radyoaktif ortamda bir anda zihni kapasite açısından MLKP’li Figen Yüksekdağ seviyesine düşebiliyor. Veya Slavoj Zizek dünyaya PKK’lı bir intihar bombacısıyla aynı pencereden bakabiliyor.
Türkiye’nin doğal olarak karşıladığım siyasi bölünmelerinin bölgesel ve küresel anlamlar yüklenerek derin bir kutuplaşmaya çevrilmesi en çok Türkiye’ye kaybettiriyor. Türkiye politik bir toplum ve ideolojik bölünmeler doğal hayatın bir parçası. Fakat bu bölünmelerin bölgesel ve küresel kutuplaşma boyutuna taşınması ve Türkiye’ye yönelik operasyonların bir parçası haline getirilmesinden Türkiye’nin kazanacağı hiçbir şey yok. Hatta şu an Türkiye’ye terör yaftasıyla yaklaşan bölgesel konjonktürün Türkiye’deki “kullanışlı aptalları”nın bile günü kurtarmak dışında kazanacağı bir şey yok.
[Akşam, 26 Ekim 2015]