Gezi olayları hararetini kaybedeli epey zaman oldu. Üzerinden zaman geçtikçe, hem olayın kendisi hem de siyasi yansımaları farklılaşıyor, başkalaşıyor. Bir süre sonra, olayların gerçekte nasıl geliştiği veya protestocuların kim oldukları önemini kaybetmeye başlıyor, oluşan algı ve siyasal yansımalar ön plana çıkıyor. Dolayısıyla, olayın başlaması, büyümesi ve sonlanması üzerine etkili olan refleksleri, anlık müdahaleleri bırakıp, olayların bugüne ve yarına bıraktığı tortuyu-mirası tartışmak daha anlamlı olur.
Bugünden geriye bakıldığında, Gezi olayının Yeni Türkiye’nin AK Parti eliyle ve/ya Erdoğan önderliğinde inşa edilmesine yönelik bir itiraz olduğu söylenebilir. Protestocuların bir kısmı, -kim eliyle inşa edildiğinden bağımsız olarak- eski Türkiye’nin tasfiye edilmesine ve yeni Türkiye’nin inşasına karşı oldukları için eylemlere katılırken; bir kısmı ise, -eski Türkiye’nin tasfiyesine ve yeni Türkiye’nin inşasına taraftar olmakla beraber- inşa sürecinin AK Parti ve/ya Erdoğan eliyle inşa ediliyor olmasına karşı çıktıkları için eylemlere katıldılar. Siyasal vizyonu bir birine zıt her iki kesimi birleştiren, demokrasi talebi değil geleceğin Erdoğan eliyle inşa edileceğine dair öngörüydü. Protestocular, proaktif değil reaktif bir duyguyla, (bir şeyler) talep etmek için değil (bir şeylere) itiraz etmek üzere sokağa çıktılar. “Yeter be” ve/ya “Kahrolsun Bağzı Şeyler” gibi sloganlardan da anlaşılabileceği üzere, Gezi eylemcileri iddiası, hedefi, tezi olan bir kitle değildi; itirazı, hoşnutsuzluğu, kızgınlığı olan bir kitleydi. Bu nedenle, protestocuların ne talep ettiklerine yoğunlaşmak yerine neye, niçin karşı çıktıklarını, hangi duygularla meydanlara çıktıklarını anlamak ve çözümlemek daha doğru olur.
REFERANS OLARAK SEÇKİNCİLİK
Gezi eylemcilerini harekete geçiren dört duygudan bahsedilebilir: seçkincilik, yenilgi-mağlubiyet, umutsuzluk-çaresizlik ve korku-paranoya. Bu duyguların tamamı, bazı eylemcilerde az bazılarında çok, birbirine eklenerek duygusal gerilimi arttıran bir işlev gördü.
Gezi’de neredeyse ilk günden son güne bütün toplumsal kesim ve aktörleri ortak kesen en güçlü duygunun seçkincilik olduğu söylenebilir. Seçkincilik kendisinden sonraki üç duyguyu doğuran ve besleyen ana duygu konumunda. Gezi’de seçkinciliğin siyasal, kültürel, ideolojik, ekonomik ve tabi ki sınıfsal türlerine rastlamak mümkün. Gezi’de seçkincilik bazı kesimler için AK Parti iktidarında kaybedilen siyasal-ekonomik-kültürel imtiyazlara bir ağıt formunda, bazı kesimler içinse yüzyıldır dışlanan-ötekileştirilen dindar-muhafazakâr tabanın başarılarını, kazanımlarını kabullenememe formunda tezahür etti. Bu çerçeveden bakıldığında, seçkinciliğin militarist vesayet sisteminin varlığını sürdürmesi için mücadele eden ulusalcı kesimlerle buna karşı olan liberal sol kesimleri birleştiren ana damar işlevi gördüğü söylenebilir. Ulusalcı kesimdeki seçkinci duygunun, son on yıldır AK Parti lehine sonuç ürettiği için siyasete ve demokrasiye küsmeye ve demokrasi dışı yollara tevessül etmeye yol açtığını biliyoruz.
Ancak, siyasal sistemin demokratikleşmesine ilişkin arayışlarda bütün kesimleri geride bırakan sol-liberal kesimlerin, demokratikleşmeye yönelik hamlelerin AK Parti eliyle yapılıyor olması dolayısıyla yaşadıkları ikircikli durum tahlil edilmeyi bekliyor. Yıllardır, gerici, eğitimsiz, köylü addedilen kesimlerin yüzyıllık demokratikleşme ajandasını siyasal faaliyetinin merkezine alıp vesayet kalelerini teker teker düşürmesi, bu kesim için kesif bir gerilim üretti. Bu gerilim en rafine şekilde, 12 Eylül 2010 referandumundaki “Yetmez ama Evet” çizgisinde hayat buldu. “Yetmez” vurgusu, düzenlemenin demokratik eksikliğine işaret olarak lanse edilse de, aslında vesayet sisteminin hem AK Parti eliyle geriletiliyor olmasına yönelik hayıflanmanın hem de bu düzenlemenin AK Parti’nin siyasal gücünü arttıracağına yönelik endişenin dışavurumuydu. En önemlisi de, hor görülen AK Partiyle ittifak kurmanın harekete geçirdiği mahalle baskısını devre dışında bırakmanın bir yoluydu. Etyen Mahçupyan’ın dikkat çektiği, Markar Esayan’ın Gezi eylemleri bağlamında tekrar hatırlattığı üzere, “yetmez” vurgusu, paketin içeriğine yönelik bir itiraz değil, paketin demokratik niteliği dolayısıyla AK Parti’nin kerhen desteklenmek durumunda kalındığının kayda geçirilmesiydi. Bu konu daha da detaylandırılabilir ama buradaki meramımız için bu kadarı yeter sanırım. Sonuç olarak, seçkinciliğin her iki formu altında eylemcilerin önemli bir kısmı, AK Parti iktidarında, yıllarca küçümsenen mütedeyyin-muhafazakâr-dindarlarla eşitlenme ihtimaline isyan-ağıt karışımı bir duyguyla tepki göstermiş oldular.
YENİLMİŞLİKTEN NİHİLİZME...
Gezi Parkı’nı kuşatan ikinci duygunun yenilgi-mağlubiyet hissi olduğu söylenebilir. Eylemcilerin seçkinci duyguları, yenilgi duygusunun şiddetini arttırmasına yol açıyor. Mağlubiyet duygusu, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri imtiyazlı bir azınlık olarak ülkeyi yöneten laik kesimlerin, son on yılda vesayet sisteminin zayıflaması ve demokratik kuralların işlemesiyle imtiyazlarını kaybetmelerinden kaynaklanıyor. Yüzyıldır çoğunluk oldukları halde kamusal varlıklarına müsaade edilmeyen kesimlerin nihayet demokratik teamüllerin işlemesi dolayısıyla muktedir olmaya başlamaları, laik kesimin yenilgi duygusunu besliyor.
Gezi’yi kuşatan üçüncü duygu umutsuzluk-çaresizlik duygusu. Bu duyguyu yenilgi duygusunun bir üst aşaması olarak konumlandırmak mümkün. Çaresizlik duygusu, yenilginin kalıcılığına dair gözlemden besleniyor. Birkaç dinamik, yenilgi durumunun geçici değil, kalıcı bir durum olduğunun anlaşılmasına ve çaresizlik-umutsuzluk duygusunu beslemesine yol açtı. Öncelikle, seçim sandığındaki başarının iktidar denklemine yansımasını engelleyen vesayetçi aktör ve kurumların işlevlerini yitirmelerine işaret etmek gerekir. İkinci olarak, vesayetçi aktörlerin denklem dışında kalması sonrasında medet umulan CHP’nin, bütün müdahalelere rağmen, etkili bir muhalefet partisi olmayı başaramamasına işaret etmek mümkün. Üçüncü olarak, AK Parti’nin katıldığı bütün seçimleri kazanması, toplumsal desteğini korudukça iktidarını güçlendirmesi ve en önemlisi önümüzdeki birkaç seçimi de kazanacağının öngörülmesi bu duyguyu beslemiş olabilir. Kısacası, AK Parti’nin siyasal sistem üzerindeki etkisini arttırması, toplumsal desteğini koruması ve en önemlisi AK Parti’nin söylem ve politikalarını dengeleyecek bir siyasal muhalefetin yokluğu, üstün olduklarına dair en ufak bir şüphesi olmayan lak kesimin yenilmişlik duygusunu katmerleştirerek çaresizliğe savrulmasına yol açtı.
Gezi Parkı’nı kuşatan dördüncü duygunun korku-paranoya olduğunu söylemek mümkün. Seçkincilik, yenilgi ve çaresizlik duyguları bir sonraki adımda korku ve paranoyaya, ‘her şey elimizden gidiyor-gidecek’ duygusuna yol açıyor. Birçok gelişmiş batılı demokraside mevcut olan içki düzenlemesinin hayata geçirilmesine gösterilen tepki, bu paranoyaya hazır psikolojiden kaynaklanıyor. AK Parti’nin muhafazakâr-dindar yaşam tarzını dayatacağına yönelik neredeyse eminlik derecesindeki varsayım, bu kaygının paranoyaya dönüşmesine yol açıyor.
DEMOKRASİYİ ÖZÜMSEMEK...
Bütün bu duygular, gösterilerin temelde bir yaşam tarzı savunusu kaygısıyla gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Başka bir deyişle, siyasal vizyonları birbirinden farklı birçok kesim, birbirine benzer duygularla, tehdit altında olduğuna inandıkları yaşam tarzlarını Erdoğan ve/ya AK Parti’ye karşı savunmak üzere eylemlerde yer aldılar. Eylemlere yön veren ana eksen, ne demokrasi talebi ne de otoriter eğilimlere itirazdı. Seçkinci duygulara sahip bir kitlenin, son on yılki gelişmeler dolayısıyla savrulduğu yenilgi, çaresizlik ve paranoya duygularıyla biriktirdiği negatif enerjiyi boşaltmasıydı. Negatif enerji, yaşam tarzında düğümlendi ve eyleme dönüştü. Yüzyıllık imtiyazlar yaşam tarzında billurlaştığı ölçüde, iktidar ve imtiyaz kaybına yönelik savunma da yaşam tarzı üzerinden verildi.
Demokrasi talebinden öte yaşam tarzı savunusundan beslenmesi ve uygulanan politikalara yönelik itirazdan öte uygulanması muhtemel politikalara yönelik bir ön savunma olarak gerçekleşmesi, eylemlerin siyasal değerini azaltmıyor. Siyasi iktidar, gerekçesi ve dinamiği ne olursa olsun, sokağa akın eden insanları dikkate almak zorunda. Eylemciler, Erdoğan’a ve AK Parti’ye ses verdiler. Yaşam tarzının savunulacak en önemli kale olduğunu hatırlattılar. Bu sesin duyulacağına şüphem yok.
Ancak, eylemlerin siyasal önemi ve siyasetin eylemlerle yüzleşme zorunluluğu, oluşan durumun anormalliğini, harekete geçen duyguların sağlıksız oluşunu tartışmamızı engellemiyor. Seçkincilikle başlayıp paranoyayla ve bir adım sonra da muhtemelen nihilizmle sonuçlanacak duyguların, sağlıklı bir toplumsal yaşamı ve bir arada yaşamayı zorlaştırdığını, hatta belki de imkânsız kıldığını görmemiz gerekir. Bu sorunlu bir ruh hali. Bu ruh halini sağaltmanın yolu, olduğu gibi kabul edip haklı bulmak değil; reel hayatla yüzleşmeye zorlamak olmalı.
Şuradan başlayabiliriz: imtiyazların olmadığı, iktidar denkleminin herkes için geçerli şeffaf kurallarla şekillendiği, seçim sandığının iktidar kullanımına yansıdığı yeni bir siyasal sistem inşa ediliyor. Siyasi iktidara-AK Parti’ye, toplumdaki farklılığı tanıma, farklı yaşam tarzlarına saygı gösterme gereğini hatırlatalım. Öte taraftan, Gezi’ye katılanlara da, demokrasiye geçiş iradesi gösteren Türkiye’de, seçkinci ruh halinin gerçek dünyaya uyum sağlamayı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramadığını hatırlatıp reel gerçeklikle, zamanın-hayatın değişim yönüyle yüzleşmeyi tavsiye edelim.
[Star Açık Görüş, 29 Haziran 2013]