SETA > Yorum |
CHP ve Parlamenter Demokrasinin Krizi

CHP ve Parlamenter Demokrasinin Krizi

Mevcut siyasi hamlelerine bakıldığında CHP, başkanlığa karşı olduğu gibi, bir başka demokratik yönetim sistemi olan parlamenter demokrasiye de karşıdır.

16 Şubat'ta henüz üçüncü toplantısında anayasa uzlaşma komisyonu CHP'nin sudan sebeplerle masayı devirmesiyle ölü doğum yapmış oldu. AK Parti ve muhalefet partileri ısrarla CHP'yi masaya geri çağırsalar da, CHP'nin uzlaşmama kararlılığı bu çağrıları karşılıksız bıraktı. Ana muhalefet partisinin bu uzlaşmaz tavrı neticesinde, ülkede müzakereyle yeni bir anayasanın yapılamayacağı resmen açıklık kazanmış oldu.

YENİ ANAYASA, AMA NASIL?
Bu noktada yeni anayasa yapımı için akla ilk gelen seçenek, yeni anayasanın mecliste çoğunluğu elinde bulunduran AK Parti tarafından tek başına yapılmasıdır. Ancak AK Parti'nin yeni anayasayı halkoyuna sunabilmesi için Anayasa'nın 175. maddesinde belirtilen beşte üç çoğunluğa, yani 330 milletvekilinden oluşan yeter sayısına sahip olmaması bu seçeneği devre dışı bırakmaktadır. Meclis Başkanı İsmail Kahraman dışarıda tutulduğunda 316 milletvekiline sahip AK Parti'nin böyle bir hamle için mecliste grubu bulunan diğer siyasi partilerden 14 milletvekilinin daha desteğine ihtiyacı olduğu açıktır. Ancak muhalefet partilerinin mevcut tutumlarına bakılarak AK Parti'nin gereken çoğunluğu sağlaması pek de mümkün gözükmemektedir.

Bu şartlar altında ya yeni ve sivil bir anayasa yapımının askıya alınması ya da bir erken seçim kararı alınarak meclis aritmetiğinde anayasa yapımını mümkün kılacak bir tablonun oluşmasını beklemek gerekecektir. Yeni anayasa yapımının askıya alınması, AK Parti'nin sivil bir anayasa ve başkanlık sistemi konusundaki ısrarı nedeniyle anlamlı bir tercih olmaktan uzaktır. Ayrıca, iktidar kanadından gelen son açıklamalara bakıldığında ufukta bir erken seçim de gözükmemektedir.

REFERANDUMA GÖTÜRME YETKİSİ
Her iki seçeneğin de dışarıda kalmasının ardından yeni anayasanın meclis by-pass edilerek referanduma götürülmesi ihtimali akıllara gelmektedir. Keza, son zamanlarda AK Partili siyasilerden bu seçeneği ima eden açıklamalar gelmektedir. Gerçekten de, cumhurbaşkanının Anayasa'nın 104. maddesinde sıralanan yetkileri arasında anayasa değişikliklerini referanduma götürme yetkisi bulunmaktadır. 1982 Anayasası tarafından cumhurbaşkanına verilen bu yetkinin seçilmişlere karşı olduğu, yani yürütme erki ve meclise karşı bir kontrol mekanizması olarak düşünüldüğü ortadır. Fakat cumhurbaşkanının bu yetkisinin, anayasanın tümünün değiştirilmesini –meclisi de by-pass ederek– halkoyuna sunmayı kapsayacak şekilde esnetilip esnetilemeyeceği de yoruma açıktır. Daha net bir ifadeyle, cumhurbaşkanı hükümetin de onayını alarak yeni anayasayı 330 engeline takılmadan referanduma sunabilir mi? Buna benzer sancılı bir anayasal geçiş süreci, daha önce 2007 yılında "367 krizi"yle yaşanmıştı. Başka ülkelerde de, mesela 1958-1962 yılları arasında Beşinci Cumhuriyet'e geçen Fransa'da böylesi bir anayasal geçiş süreci örneğine rastlamak mümkündür.

Mevcut siyasi tabloda cumhurbaşkanının anayasa değişikliğine dair yetkisini esnetmesine dayanak sunacak bir demokrasi açığı bulunmaktadır. Söz konusu demokrasi açığı tam olarak şudur, kamuoyunun yeni ve sivil bir anayasaya büyük bir desteği olmasına rağmen, halkın temsilcisi konumundaki meclis bu talebi yerine getir(e)memektedir. Elbette "nasıl bir anayasa olmalı" konusunda, özellikle yönetim sistemi tercihi noktasında, mecliste olduğu gibi toplumda da bir ayrışma bulunmaktadır. Ancak şu da var ki, kamuoyunda mevcut darbe anayasasının yerine sivil bir anayasa yapılması üzerinde nerdeyse tam bir toplumsal mutabakat söz konusudur. Buna rağmen, mecliste grubu bulunan siyasi partilerin henüz yönetim sistemi tartışması noktasına dahi gelmeden, yani anlamlı bir tartışma sürecine geçmeden, yeni bir anayasanın yapılıp yapılmaması konusunda bile anlaşamadıkları açık bir şekilde gözlemlenmektedir. Bu anomali hali tek kelimeyle ülkede parlamenter demokrasinin derin bir kriz içerisinde olduğunu göstermektedir.

MECLİSİN ARAÇSALLAŞTIRILMASI
Gerçekten de anayasa yapımı gibi belki de siyasi hayatın en kritik meselelerinin birinde toplum ile meclis arasındaki bu büyük mesafe, Türkiye'de parlamenter demokrasiyle ilgili çok önemli bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu gerçeği daha iyi anlayabilmek için parlamenter demokrasinin temel ilkelerine bir göz atmak kafidir. Parlamenter demokrasi "kamusal tartışma" prensibi üzerine inşa edilmiş bir yönetim sistemidir, ülkenin siyasi partiler tarafından "müzakere edilerek yönetilmesi" anlamını taşır. Bu bağlamda, meclisin ülke yönetiminde merkezi bir rol oynaması öngörülmektedir. Meclisin ülke yönetimindeki bu işlevini tam olarak yerine getirip getirmediği hususu da, kamusal tartışmanın ne denli ciddiye alındığı ve sürdürüldüğü noktasında düğümlenmektedir. Başka bir ifadeyle, meclisin bir anlam ifade edebilmesi ve bir "gerçekliğe" sahip olabilmesi için kamusal tartışmanın ciddiye alınması ve aynı ciddiyetle sürdürülmesi gerekmektedir. Bu da çıkarların değil, fikirlerin çatışmasının ve fikirlerin bu çatışmasından "rasyonel doğru"nun bulunması amacının tüm siyasi partiler tarafından paylaşılmasının gerekliliğine işaret etmektedir.

Maalesef günümüz Türkiyesinde parlamenter demokrasinin bu temel varsayımlarının geçerli olduğunu söylemek nerdeyse imkansız. Gördüğümüz kadarıyla kamusal tartışma boş bir formaliteye dönüşmüş durumda. Siyasi partiler adil ve rasyonel bir yönetim konusunda esaslı fikirler beyan etmek ve birbirlerini ikna etmekten ziyade, iktidar için mecliste çoğunluğu elde etme mücadelesi vermekteler. Rasyonel doğru, rakamlar, yani kelle hesabı tarafından belirlenir hale gelmiştir. Hangi fikrin daha çok taraftarı varsa, içeriğine bakılmadan ve esaslı bir müzakere süreci başlatılmadan, doğru olarak kabul edilmektedir. Bu durum, meclisin apaçık bir hakikat olmaktan çıkıp basit bir pratik-teknik araca dönüştüğünü gözler önüne sermektedir. Daha da kötüsü, meclis-içi dengeler, yani meclis aritmetiği siyasi mücadelede stratejik bir araç olarak kullanılacak kadar amacından sapmıştır. Özetle, Türkiye'de parlamenter demokrasi "fikri olarak" ölmüş durumdadır.

CHP'NİN "GRAND STRATEJİSİ"
İşin ironik tarafı, ülkede parlamenter demokrasinin ipinin çekilmesine (belki de hiçbir zaman tam anlamıyla tesis edilmemiş olmasına) en büyük katkıyı sunmuş olan CHP'nin parlamenter sistemin görünürdeki en büyük savunucusu olmasıdır. Bu durumda şu soruyu sormak kaçınılmazdır, anayasa uzlaşma masasını sudan sebeplerle devirerek parlamenter demokrasiye sırt çeviren CHP, başkanlık sistemi karşısında parlamenter sistemi savunurken aslında ne yapmaktadır?

Bu sorunun cevabını CHP'nin grand stratejisinde bulabiliriz. CHP'nin grand stratejisi kabaca siyasetin alanını daraltmayı hedeflemektedir. Siyaset kurumu milli iradenin siyasi iradeyle, yani devletle buluştuğu müstesna noktadır. Siyasetin alanının genişlemesi milli iradenin siyasi iradeye en ideal şekilde yansımasıyla sonuçlanır. Dolayısıyla, milli iradeye yaslanarak siyaset yapan aktörler siyasetin alanını genişletme stratejisi izlerken, milli iradeye mesafeli ve başka iktidar odaklarının temsilciliğine soyunan aktörler ise siyasetin alanını daraltmayı hedefleyen bir strateji takip ederler.

Başkanlık sistemi, yürütmenin başı olan başkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi nedeniyle milli iradenin siyasi iradeye en etkin şekilde yansıma fırsatı bulduğu yönetim sistemidir. Bu, en temelde siyasetin alanının genişlemesi ve toplumun merkezine yönelik siyaset üreten aktörlerin de iktidarı elinde tutması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, CHP'nin başkanlık sistemi karşısında parlamenter demokrasiyi savunması siyasetin alanının genişlemesinden, yani demokratik siyasetin ülkede kurumsallaşmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmektedir. Sonuç itibariyle, mevcut siyasi hamlelerine bakıldığında CHP, başkanlığa karşı olduğu gibi, bir başka demokratik yönetim sistemi olan parlamenter demokrasiye de karşıdır.

[Yeni Şafak Düşünce Günlüğü, 1 Mart 2016].