21. yüzyıla, küresel güç dengelerinin sorgulandığı bir evrede girdik. Kısa vadeli stratejik analizlerin ötesinde, insanlık tarihinin yürüyüşüne ilişkin yeni sorular soruluyor. Avrupa ve Batı-merkezci paradigmaya yöneltilen Batılı ve Batılı olmayan eleştiriler, yeni bir zaman ve mekan tasavvurunun doğum sancılarını işaret ediyor.
21. yüzyıla, küresel güç dengelerinin sorgulandığı bir evrede girdik. Kısa vadeli stratejik analizlerin ötesinde, insanlık tarihinin yürüyüşüne ilişkin yeni sorular soruluyor. Avrupa ve Batı-merkezci paradigmaya yöneltilen Batılı ve Batılı olmayan eleştiriler, yeni bir zaman ve mekan tasavvurunun doğum sancılarını işaret ediyor.
İnsanlığın ortak birikiminin tek bir merkezden ibaret olmadığı ve tek bir menfezden idare olunamayacağı gerçeği, kendini uluslararası ilişkilerden kültüre, sanattan mimariye, felsefeden siyasete hayatın her alanında gösteriyor. Geçmişteki tektonik ve büyük oranda otonom medeniyet kimlikler yerini çoğul tecrübelerin şekillendirdiği paralel tarihlere, iç içe geçmiş kültür havzalarına ve çok-katmanlı kimliklere bırakıyor. Hegel ve Weber'in formüle ettiği şekliyle bize ulaşan, aydınlanmanın "özgür birey, rasyonel toplum" vaadi, onlarca mutasyona uğrayarak günümüze ulaştı ama küresel kapitalizmin tanımladığı değerler skalasında artık bu ideallerin bile "tanzim etmek" ve "verimliliği artırmak"tan öte bir anlamı yok. Güç sahipleri kendi solipsist gündemlerini dikte etmeye çalışırken, güç yoksunu kitleler hayatta kalma güdüsüyle hareket ediyor. Bunun yarattığı travma, sadece adalet ilkesini işlevsiz ve anlamsız kılmakla kalmıyor aynı zamanda iktidar-merkezli bir değer sistemini uluslararası ilişkilerin yegane zemini haline getiriyor. Böylece değerler araçsallaşıyor ve insanın doğal hali, giderek Hobsçu bir canavarlık haline dönüşüyor. Bu anlamda temel sorunumuzun hâlâ bir ahlak sorunu olduğunu ifade etmemiz gerekiyor.
Uluslararası sistemin ahlak krizi
Ahlak, sosyal faydanın ötesinde bağımsız bir ontolojik temele dayandığından, onu sadece insanların niyet ve eylemleriyle sınırlı bir kategori olarak göremeyiz. Bilakis ahlak, Farabi'nin Erdemli Şehir'de gösterdiği gibi, kozmolojik bir düzlemden siyasete ve insan ilişkilerine uzanan bir değerler skalasını ifade eder. Bu anlamda fizik âlemin düzeninin, 'iyi' (hayr) ve güzel gibi etiko-ontolojik değerler üzerine kurulu olmasıyla, hakimin adalet ile hükmetmesi arasında doğrusal bir ilişki vardır. Bu düşünceye göre ahlakilik, sadece bireyler arasında ve "duruma göre anlam kazanan" (situational) bir davranış biçimi değildir. Ahlaklı olmak, eşyanın tabiatına uygun hareket etmek demektir. Kant'la beraber modern ahlak düşüncesi, bu modeli büyük ölçüde reddetti. Kant'ın ahlakî değerlerin kökeni konusundaki yaklaşımı dinî temalar taşımasına rağmen, kapitalizmin küreselleşmesiyle beraber ahlak "pazarlığa açık" bir konu haline gelmiştir. Avrupa ırkçılığı ve faşizminden çevre sorunlarına, uluslararası siyasetten insan ve uyuşturucu kaçakçılığına kadar uzanan ahlak krizi, bir yönüyle bu "pazarlıkçı" ahlak tasavvuru tarafından besleniyor.
Sorunu karmaşık hale getiren, ahlakî değerlerin muhtevasının boşaltılıp, değer-dışı bir zeminde yeniden tanımlanmasıdır. Ne geçmişte ne de bugün hiç kimse iyi ile kötünün bir değer ifade ettiğini yadsımıyor. Nazi Almanya'sının, Hiroşima'nın, Halepçe'nin ya da Bosna katliamının müsebbipleri, kendi içlerinde bir ahlakî meşruiyete ve tutarlılığa sahip olduklarını iddia ettiler ve ediyorlar.Uluslararası ilişkiler alanının dayandığı ahlakî zemin böyle bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya bulunuyor. 11 Eylül sonrasında Bush doktrini olarak ortaya konulan yeni Amerikan siyaseti, terörle küresel mücadele adı altında büyük bir güvenlik ve korku paranoyasının önünü açtı. Bu güvenlik ve korku siyasetine karşı üç farklı tutum geliştirildi. Bu çerçeveyi aynen kabul eden ülkeler, Bush politikalarına kimi zaman fiilen kimi zaman da sessiz kalarak destek verdiler. Baskıcı rejimler bunu bir fırsat olarak gördüler ve kendi iç muhalefetlerini bastırmak için kullandılar. Bu çerçeveye karşı çıkanlar ise sistemin sorunlu unsurları olarak dışlanmaya çalışıldılar, terörist ilan edildiler. Güç paylaşımının hem ahlakî hem de siyasî zorunluluk haline geldiği bir döneme giriyoruz. Sadece küresel güçler değil, bölgesel aktörler de adil güç paylaşımını artık bir veri olarak kabul etmek zorundalar. Hegemonik bir güç olmanın Amerika'ya getirdiği maliyet, 11 Eylül olaylarından sonra açık bir şekilde ortaya çıktı. Çok merkezli, çok kutuplu, çok aktörlü bir küreselleşme sürecinde Amerika'nın ya da başka bir gücün tek süper güç olma şansı giderek azalıyor. 21. yüzyıl sadece yeni ittifakların değil, aynı zamanda gücün anlamının yeniden tanımlandığı ve yeni güç paylaşım modellerinin ortaya çıktığı bir yüzyıl olacak.
Yeni bir beşerî coğrafya
Bütün bunlar bizim bölgemiz açısından da büyük bir dönüşümün habercisi niteliğindedir. Yeni coğrafî tasavvur, küresel sisteme entegre olmuş ulus-devlet yapısının dar ve indirgemeci kalıplarını aşmamızı zorunlu hale getiriyor. Osmanlı'nın yıkılış sürecinde ortaya çıkan suni Ortadoğu haritası, bir asırdır çözümden çok sorun üretiyor; istikrardan çok çatışmaya yol açıyor; barıştan çok savaşa zemin hazırlıyor. Aynı şekilde ulus-devletin empoze ettiği indirgemeci ve tek boyutlu etno-seküler birey ve vatandaşlık tanımları da inandırıcılığını yitiriyor. Bu tanımların yol açtığı zihin daralması, bir tarafta çatışmacı kimliklere yol açmakta, öte tarafta devlet ve iktidar merkezli bir coğrafya ve kültür tanımını dikte etmektedir. Bin küsur yıllık ortak tarihî tecrübeyi, kültürel etkileşimi ve medeniyet inşasını çatışmacı kimliklere dönüştüren bu paradigmanın bugünün gerçekleriyle örtüşmediği aşikârdır.
Balkanlar'dan Ortadoğu'ya ve Kafkaslar'a uzanan insanî ve kültürel coğrafya, bu travmanın yarattığı bir parçalanmışlık, daralmışlık ve sıkışmışlık hali içerisinde bulunuyor. Her toplumda ve coğrafyada görülebilecek siyasî, sosyal, dinî yahut ekonomik sorunlar, çatışmacı kimlik tanımları yüzünden varoluşsal sorunlar haline getiriliyor. Türklerle Araplar arasında olduğu söylenen yüz yıllık kan davası, somut gerçekler kadar muhayyel düşmanlıklara dayanıyordu. Biz Araplara "Bizi arkamızdan vurdular; devlete ihanet ettiler." derken, onlar "Türkler gavurlaştı ve Avrupa'yı bize tercih etti; zaten geçmişte de bizi sömürdüler ve geri bıraktılar." dediler. Neredeyse dört asırdır bir defa bile savaşmadığımız İran'a hep şüpheyle baktık. Şii-Sünni ayrımını aşan tasavvufu, şiiri, edebiyatı, müziği, kültürü ve hepsinin üstünde insan ve ahlak anlayışını unutmayı yeğledik.
Ve Kürtlere baktığımızda, homojen, muhayyel ve etno-seküler vatandaş kurgumuzu bozan bir sorun gördük. Osmanlı'daki "kulları", çağdaş ve eşit "vatandaşlar" yapmak için yola çıktık ama herkesi ulus-devlete teslimiyetten başka görevi ve anlamı olmayan gölge insanlar haline getirdik. Türkiye'de din ve etnisite, yani İslam ve Kürtler sorununu çözemediğimiz için bu sorunları ya görmezlikten geldik ya da rafa kaldırdık. Bunları baskı yoluyla çözmeye çalıştığımızda sorunu daha da çözümsüz hale getirdik. Bu baskılara direnenleri düşman ilan ettik. "Etrafımız düşmanlarla çevrili" psikolojisiyle inşa edilen irrasyonel ve şüpheci güvenlik politikaları, dış tehditten çok "iç düşman" diye tanımladığımız kendi insanımızı hedef tahtasına koydular. Birlik ve beraberlik adına izlenen politikalar, bölünme ve kopmadan başka bir şey getirmedi. Türkiye ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkiler bu çerçevenin dışına çıkabildiği dönemlerde yapıcı ve barışçıl oldu. Bu çerçevenin baskın olduğu dönemlerde ise gerginlik ve çatışma öne çıktı. Daha vahimi düşmanlık algıları güçlendi; farklılıklar varoluşsal engeller haline getirildi; aynı türküye ritim tutan insanlar birbirlerine bir 'öteki' olarak bakmaya başladılar. Bizim doğal sınırlarımız adalet, özgürlük, eşitlik, güven ve ahlak iken, bunları ulusal çıkarlarla, etnik kimliklerle, siyasî hesaplarla değiştirdik.
Türkiye ve Iraklı Kürtler
Türkiye ile Iraklı Kürtler arasındaki ilişkiler de bu dinamikler tarafından belirlendi ve belirlenmeye devam ediyor. Korku, şüphe, gerginlik ve düşmanlık ekseninde kurgulanan politikalar, aynı beşerî ve kültürel coğrafyayı paylaşan insanları kalben ve zihnen birbirinden uzaklaştırdı. Birbirine dayanması gereken toplumlar, vekalet savaşlarının aktörleri haline getirildiler. Sınırın ötesindeki ve berisindeki Türkler ve Kürtler, birbirlerine yabancılaştılar. Türkçenin ve Kürtçenin başka dünyaların dilleri olduğu zehabına kapıldılar. Her tercümenin bir tahrif olduğunu unutarak mütercimler aracılığıyla konuşmaya başladılar.
Bugün bu yaklaşım tarzının yol açtığı sorunları hepimiz açık ve net bir şekilde görüyoruz. 21. yüzyılda muhayyel ve suni sınırları derinleştirerek sorunlarımızı çözmemiz mümkün değil. Sorunları sınırın ötesindekiler ve berisindekiler değil, sınırların ötesinde düşünebilen, sınırlar yokmuş gibi hareket edebilenler çözecekler. Ortak tarihî tecrübe, müşterek coğrafya ve ortak gelecek tasavvuru, ilişkilerin uzun vadede sağlıklı ve yapıcı olması için en önemli zemindir. Bu zemini büyük güç oyunlarına, küçük siyasî hesaplara kurban etmemek, hepimizin ahlakî bir sorumluluğudur. Genel olarak Irak ve özel olarak Iraklı Kürtler ile Türkiye arasındaki ilişkilerin bu ahlakî ve insanî boyutu, kısa ve orta vadeli stratejik ve siyasî planlardan daha hayatî bir öneme sahiptir. Siyasî sorunları çözmek için, siyasetin ötesinde referanslara ihtiyacımız var. Çıkar değil, değer merkezli bir bölge siyaseti, sorunların uzun vadede çözümü için elzemdir. Daha da önemlisi böyle bir siyaset mümkündür.
Türkiye kendi içindeki Kürt sorununu çözebildiği oranda bölgedeki diğer Kürt nüfusuyla sağlıklı ilişkiler geliştirecektir. Terör, bölgesel geri kalmışlık ve kimlik siyaseti sarmalına dolanmış bir sorunu çözecek ulusal zemini inşa etmeden ve Türkiye sathında bir asgari müşterek oluşturmadan sınırın ötesine bir güven ve huzur eli uzatmanız mümkün değildir. Kürt sorununu bölgesel ve uluslararası bir sorun olmaktan çıkartmak için Türkiye cesur, özgürlükçü ve kararlı bir siyasî ve toplumsal irade göstermek zorundadır.Korku ve şüpheye dayalı bir Kürt algısı, Türkiye'nin kendi Kürt sorununu çözmesinin önündeki en büyük engeldir. Kendi yurttaşını ve tarihdaşını ötekileştiren siyasî çerçeveleri artık geride bırakmak zorundayız. Güvenliğin inşası için öncelikle güçlü bir özgüvenimizin olması gerekir.
Kürt sorununu Ortadoğu'da yeni vekalet savaşlarının ve güç mücadelesinin aracı haline getirmek sadece bölge siyasetini daraltmakla kalmaz, aynı zamanda Kürtleri (ve Türkleri) manipüle edilmeye açık bir topluluk haline getirir. Bu hem bölgeye hem de Kürtlere yapılmış bir haksızlık olur. Kürtlerin sadece Kürtler olarak değil bölge insanı olarak bu tür manipülatif müdahalelere karşı çıkması, kimlik siyasetinin önünü alacak en önemli adımlardan biridir.Bu meyanda etnik-sekter siyasetin minimize edilmesi, hem Irak'ın geleceği hem de bölge siyaseti için hayatî önem arz etmektedir. Ocak ayı sonunda yapılan Irak mahallî seçimleri, Irak halkının etnik-sekter siyasetten duyduğu rahatsızlığın ilk işaretlerini vermiştir. Şii, Sünni ve Kürtlerin sadece bu kimliklerinden dolayı bir araya gelmesi, katı bloklar oluşturması ve dışarıda kalanlara bir siyasi hasım ve bir öteki olarak bakması, sadece Irak'ın geleceğini tehlikeye sokmakla kalmaz, aynı zamanda bölge halklarını da birbirine düşman eder. Etnik ve sekter niteliklere dayalı katı ve çatışmacı kimlikler, hem Irak hem de bölge için ortak aidiyet duygusunun ortadan kalkması anlamına gelir.
Bu hassas nokta, Türkiye'nin Irak Kürtleriyle olan ilişkileri için de önem arz etmektedir. Zira Irak'taki Araplara yahut Türkmenlere çatışmacı kimlik perspektifinden bakan bir Kuzey Irak'ın, Türkiye'ye farklı bir pencereden bakması imkânsız derecesinde zordur. Aynı şekilde Iraklıları etnik ve mezhebî kimliklerine göre tasnif eden ve bu kimlikler üzerinden bir Irak politikası izleyen bir Türkiye de Kuzey Irak'la ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile kalıcı ilişkiler kuramaz. İşgalin altıncı yılında toparlanmaya ve yeniden yapılanmaya başlayan Irak'ın geleceği, bu engelleri aşmasına bağlıdır. Kuzey Irak ile Türkiye arasındaki güvenin yeniden inşası, diğer unsurların yanı sıra, bu sürecin nasıl yönetileceğine bağlıdır. Merkezini kaybetmiş, giderek daralan ve etnik-sekter kimliklerin başat hale geldiği bir Irak, kuzeyinden güneyine kimsenin idare edemediği, bu yüzden de güven ve istikrar telkin etmeyen bir Irak olacaktır. İnsanî ve siyasî olarak bölünmüş bir Irak, sadece Iraklılar için değil, bölgedeki bütün ülkeler ve toplumlar için bir sorun yumağı haline gelecektir. Bu sorunları aşacak ahlakî ve siyasî sermayeyi nereden ve nasıl devşireceğiz? Kanımca temel sorumuz budur.