Bugünün dünyası, yaşlı yeryüzünün daha önce hiç görmediği kadar büyük zenginlik ve yaygın fakirliğin bir arada olduğu tenakuz portreleriyle dolu. Dünyanın en zengin 225 kişisinin toplam geliri, dünya nüfusunun en fakir yüzde 47’sinin toplam gelirine eşit. En geri kalmış 48 ülkenin dünya ticaretindeki toplam payı sadece %0.4. 23 trilyon dolarlık dünya zenginliğinin ancak 5 trilyonu dünya nüfusunun %80’ine ait. Dünya genelinde 1.3 milyar insan günde 60 sentin (900,000TL) altında gelirle yaşamaktalar. BM raporlarına göre, dünyanın en zengin 200 kişisi yıllık gelirlerinin %1’ini verseler, yeryüzündeki bütün çocukların ilköğretim masrafı karşılanabilir. Dünya’nın en zengin yüzde beşi, dünya zenginliğinin %86’sını, dünya piyasasının %82’sini, yabancı yatırımların %68’ini kontrol ediyorlar. Dünya’nın en zengin ülkelerinde GSMH 30,000 doların üstündeyken, en fakir ülkelerinde 1000 doların altında. Hatta bu 1000 dolar bile gerçekçi değil. Çünkü, fakir ülkelerde ortalamanın etrafında olan sınıfın büyüklüğü zengin ülkelere göre çok daha kötü durumda. Bir milyara yakın insan temiz suya ulaşamıyor. Hepsinin ötesinde, insanoğlunun çok uzun bir zamandır, küresel anlamda insanı doyurmanın yollarını bulduğu bir dönemde, 2003 yılı BM Kalkınma Raporuna göre 800 milyon insan açlık çekmektedir.
Yukarıdaki tablo kapitalizmin küresel anlamda bir yayılma ve sermayeyi biriktirmeye başladığı dönemlere kadar ortada yoktu. Dolayısıyla yaşadığımız süreç bir taraftan kapitalin tabiatı gereği şaşılacak bir durum değilken, diğer taraftan da bu sürecin ideolojik ve teorik meşruiyetini hazırlayan neoliberal iktisadi ve siyasi uygulamaların neticesidir. Evet, yaşlı yeryüzünün can çekişen en son resmi salt iktisadi bir menkıbenin mesuliyeti değil, aynı zamanda liberal siyaset felsefesinin sefil sonuçlarındandır. O halde, bu tablodan kaynaklanan sorunlar nasıl çözülecek? Kimsenin kolay ve kestirmeden çözümleri olmadığı muhakkak. Lakin çözüme dair konuşmak için, öncelikle sorunların kaynaklarını teşhir ve teşhis etmemiz gerekmektedir. Aylık bir dergi yazısının vereceği ruhsata sığınarak şu genelleme ve indirgemeyi yapabiliriz: bütün bu felaket tablosu “sınırsız küresel ticaret” ile düzeltilebilir. Bu iddia neoliberal düşüncenin özüdür. Neoliberal teorik yaklaşımı incelemeye, teorinin yaslandığı “serbest” kavramsallaştırmasıyla başlamak uygun olacaktır. “Serbest-ticaret”, “serbest-piyasa” yaklaşımlarının anlam haritasını çıkarmak bizlere siyasi liberalizmi ve nihayet iktisadi neoliberalizmi anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu makalenin ana hedefi neoliberal yaklaşımın teorik altyapısını tartışmaktır. Bu tartışmayı yaparken hedefimiz neoliberal teorik yaklaşımın karşısında bir pozisyondan konuşmaktan ziyade, cari yaklaşımın teorik sorunlarını ve fiili sonuçlarını ortaya çıkarmaktır.
“Serbest Piyasa”
Serbest-Piyasa ekonomi-politik disiplinine ait bir kavramsallaştırma. Siyasî ve iktisadî iki ayrı kelimenin yardımıyla türetilmiş. Her ne kadar “serbest” (başı bağlı) kelimesi, “free”nin tam karşılığı olmasa da, günlük ve ıstılahî kullanımda Osmanlı son dönemlerinde tartışmaların ardından “azad ve hür” yerine karar kılınmış olan “serbest”, dönemin liberal iktisatçısı Mehmed Cavid Bey’in tasnifi ile söylersek: “servetin istihsal, inkisam, tadavül ve istihlak” edildiği piyasanın “özgür” bir teşebbüs mekânı olduğuna dikkat çekilmek üzere literatürde yer edinmiştir. “Serbest”in tarihsel seyri ve tercih edilmiş olması bizce isabetli olmuştur. Şöyle ki, kapitalizmin zuhur edişiyle vücuda gelen ve kullanım değerinin mübadele mekânından tamamen farklı bir tabiata sahip olan “piyasa”nın en son olabileceği şey ‘serbest’in karşılığının metamorfoza uğrayarak ulaştığı ‘tam bağımsız’ olmasıdır. Kelimenin aynı ıstılahî değişim seyrinin Batı içinde geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Batıda “serbest piyasa” denilince akla gelen ve kastedilen; Newtoncu dünyanın hareket alanında işleyen ve rasyonel iktisadî bireyin farzedilen sınırları dahilinde ortaya çıkan ortak piyasadaki değişim değerinin tarifesiz, sınırsız bir şekilde mübadele edilmesidir. Bu fizikten bildiğimiz sürtünmesiz hareket yaklaşımına, belli başlı iktisadi dinamiklerin yerleştirilmesiyle elde edilmiş bir düzenektir. Serbestliği, bağımsızlığı ve vücuda getirdiği özgürlük nosyonu sürtünmesiz hareket felsefesinin gerçeklik düzleminin varsayımlarının sosyal hayattaki izdüşümünün doğrulanabilirliği kadardır.
“Serbest” piyasanın yürümesini sağlayan rasyonel iktisadi bireyler ve yapısal kurumlardır. Hatta genel totolojik yaklaşıma göre bireyler ve kurumlar birbirinden o kadar da ayrışmış ya da münhasır halde varolan şeyler şeklinde ele alınmasına lüzum bile bulunmamaktadır. Nihayetinde gerek kurumlar gerekse de bireyler aynı inançların, eğilimlerin, tavırların ve tercihlerin inşa ettikleri mekanizmalardır. Toplumsal amaçların nevi şahsına münhasır bir yapısı olduğunu düşünmek zordur. Yapısal iktisadî şekillenişler ve kurumlar bireyin tercihleri ve hareketlerinin kısa yoldan temsilinden başka bir şey değildir. Başka bir deyişle bireylerin kendi aralarında vardıkları mutabakatlar sonucunda yapısal kurumlar vücuda gelmektedir. Bu yaklaşım oldukça indirgemeci bir okumanın ürünüdür. Öncelikle kurumlar (şirket, devlet, piyasa vs.) bireyin mahkûm olduğu sınırlara, tercihlere vs. mahkûm değildir. Bu bütün resmi baştan aşağı değiştiren yapısal bir farktır. Öyle ki, rasyonel iktisadî bireylerin daha varolmak (üreme) için en baştan başka bir bireye ihtiyacı vardır. Akabinde bireyin rasyonalitesinin ortaya çıkması gerekmektedir ki; bu ise ancak (varsayılan rasyonel iktisadî) tavırları ve dili öğrenmesi ile mümkündür. Wittgenstein’ın ortaya koyduğu üzere müstakil bir dil nosyonu olamayacağına göre dil belli başlı yapısal bir mecra ve kurallar manzumesi altında tıpkı iktisadî tercihlerin inşa edilmesi gibi oluşacaktır. Bu son noktainazardan, bireyden yola çıkıp yapısal ya da kurumsal temsil (genellemesi) tespitine varmamız mümkün değildir. Aynı şekilde, ekonomi bakanlığında çalışan bir iktisatçı bürokratın iktisadî kararların ne şekilde alınması gerektiğine dair farklı şahsi fikirleri bulunabilir. Lâkin, nihai kararda bu şahsın fikirlerinin etkisi kesinlikle ya sınırlıdır ya da kendisi ile benzer mevkideki başka bir şahsın aksi fikirleri tarafından etkisiz hâle gelmiş olacaktır. Son tahlilde birey-kurum ilişkisi bireyin kendi mikrokozmozundaki rasyonel kararları ve hareketlerinin bir temsili olarak gelişmemektedir. Benzer şekilde piyasa-birey indirgemesi de vuku bulmamaktadır. Bireye bakıp piyasayı, iktisadın yapısal paradigmasını ve kurumları anlamaya çalışmak bir nevi iktisadî panteizmdir aslında. Piyasa mekanizmasının, devlet ve küresel kurumların ortaya çıkardığı antagonistik yapıyı âdeta “pis gerçeklerden” temizleyip güzelim teoriyi kurtarma çabaları olarak ta görülebilecek olan bu yaklaşımının; her tarafı birbirinden daha zorlu surlarla, çatışmalarla, tarifelerle ve engellerle çevrilmiş piyasayı “serbest” addetmesi için bu indirgemeleri yapmasını anlayabiliyoruz. Çünkü kaçınılmazdır. Eğer realite teoriye oturmuyorsa, teori realiteye uygun hâle getirilir
İktisadî suali inşa edebilmek için belli başlı varsayımlara ihtiyaç vardır. Aksi takdirde çözülmesi gereken sorunların kaynağını başka disiplinlerde aramamız gerekir. İşte iktisadî problemi ortaya koymak için kullanılan en temel varsayım ya da yaklaşım kesat olan kaynakların azami seviyede nasıl idare edileceği meselesidir. Buradaki en büyük indirgeme kaynakların kesat yani kısıtlı dolayısıyla da yetersiz olduğu iddiasıdır. Bu kısıtlı kaynakların değişim-değerinin mübadele edildiği piyasa mesiyanik bir karakter ile herkesin kazanacağı fetişist mekanın bizzat kendisidir. Temelinde homo economicus’un uyarılara verdiği davranışsal tepkiler ile şekillendirdiği fayda düzeneğinin oluşturduğu farklı taleplerin “piyasa” tarafından denge (Pareto optimal) halinde yönetilmesi vardır. Lâkin kesat ve kısıtlı olma yaklaşımı bu denge halini manipüle eden bir çelişkidir. Kesat olanla yüzleşen homo economicus’un kendisi için en fazla olanı alabilmek üzere en iyi tercihleri yapması beklenmektedir. Bu sürtünmesiz hareket dünyasında mükemmel rekabet şartları, mobil kaynaklar, simetrik bilgi ve engelsiz kurumsal yapılar bulunmaktadır. Bireylerin bu düzenek içerisinde nasıl birer “rasyonel” yönelim içerisine girdikleri varsayımları etkilememektedir. Zaten rekabet her bir bireyin denge halinde azami faydaya ulaşmasının düzeneğini inşa edecektir. Yukarıdaki yaklaşımlar neoklasik okumanın temelini teşkil eden varsayımlardır. Dikkat edilirse, “piyasa” bu düzenekte yapısal bir yer teşkil etmemektedir. Birey-merkezli iktisadî azamileştirme bütün sistemin özüdür. Lâkin bütün bu yaklaşımların genel iktisadî denge halinde kendisini koruduğunu, hatta dengenin bizzat kendisinin bir istikrar içerisinde olduğunu söylemekte mümkün değildir. Ezcümle, müstakil azamileştirmenin (birey) toplumsal bir azamileştirmeye (piyasa) götürdüğünü iddia etmek zordur. Bu ise kısaca yapısal kurumların (devlet, piyasa vs.) rasyonel iktisadî birey üstünden inşa edilen a priori oluştan keskin bir şekilde ayrıldığını söylemektedir. Birey temelli a priori düzeyden piyasa gibi tamamen yapısal bir düzeneğe ışık tutmaya çalışmak müşkülatlı olduğu kadar yanıltıcı da bir yaklaşımdır.
Yapısalcı bir yaklaşım ise bireyden ziyade artı-değerin paylaşımını sağlayan mükerrer üretim ve onları yöneten kurallar, normlar (devlet) üzerine eğilir. Bu bakış açısında rekabet sürtünmesiz hareket dünyasından derinden farklı bir tarzda artı-değerin paylaşım mücadelesinin ismidir. Akla gelen ilk yaklaşım sınıf-çatışması olsa da; bu yaklaşım salt sınıf çatışması üzerinden de tariflere gitmez. Öyle ki, kapitalistler, sektörler, işçiler, teknolojiler ve kapitalde kendi arasında bir çatışma üzerinden varolmakta ya da yok olmaktadırlar. Bütün bu döngü rekabetçi toplumun veba halindeki çatışmasının piyasa tarafından kontrol altında tutulması ve yönlendirilmesi ile kendisini idame ettirebilmektedir. Rekabetçi mücadele piyasanın genişlemesi, üretilen metanın artması demektir. Pastadan pay almak için yapılan amansız kavga pastayı büyütmektedir. Pastanın büyümesi ise içkin olan krizin büyümesi anlamına gelmektedir. Krizin büyümesi ise aralıklarla patlaması olacaktır. İşte tam bu istikrarsızlık noktasında kazananlardan çok kaybedenler ortaya çıkacaktır. Lâkin bütün piyasa düzeneği zaten baştan beri rasyonel iktisadi birey üzerinden kurgulandığından krizin maliyeti de yine onun üstüne kalmalıdır. Ya da başka bir deyişle bütün bu krizlerin izdüşümlerinin hepsi efsunlu bir isimle adlandırılıp “muamele maliyeti” denilip işin içinden çıkılmaktadır. Bu okumaya göre piyasalar kısıtlı kaynakları az rekabetçi veya çok rekabetçi ortamlarda az veya çok en denge halinde paylaştıran mekanizmadır. Çünkü, kesat kaynaklar yaklaşımına göre piyasa denilen olgu sinyal cihazından başka bir şey değildir. Fiyatlar sinyal vermekte bireyler ise cevaplamaktadırlar. Fiyat mekanizması varolabilecek tüm sorunların tek çözüm adresidir. Burada sorulması gereken sinyal veren cihaz haline indirgenen piyasanın niçin şirketler arasında ya da üretim süreci safhalarında aynı vazifeyi ifa edemediğidir?
Piyasanın ne olduğuna dair bir sıfat bulma ve sürekli bulunan kamuflaj sıfat üzerinden piyasayı tarif etme neoliberal iktisadî okumanın ısrarla sürdürdüğü bir yaklaşım. Piyasanın “serbest” olduğundan kastın kelimenin anlamı kaymamış hâli olmadığı da muhakkak olduğuna göre; özetle serbest vurgusunun iki anlamı bulunmaktadır: Kapitalizmi zikretmekten imtina etmek ve serbest olmayan piyasayı tahakküm altında tutan güçleri ve dinamikleri gizlemek. Bizce her ikisini de bugüne kadar başarıyla yaptığını söylemek mümkündür. Tartışmalar salt akademik düzeyde nihaî iktisadî piyasa modelinin ne olması gerektiği ile sınırlı kalmamakta; neoliberal kapitalizmin piyasadan anladığı tüm sınırlar, değerler, varsayımlar, neticeler ve beklentiler geniş halk kitlelerinde piyasaya dair tahayyül ettiği fikirlere rengini veren ana ton haline gelmektedir. Bugün hemen herkes serbest olmadığını sonuna kadar bilmesine rağmen teorik düzeyde bile “serbest” piyasadan daha başka, alternatif ya da heteredoks bir piyasa tarifini duymak bile istememektedirler. Bugünden 4-5 yüzyıl gerisine gidip üretim faktörlerinin ne hâlde olduğuna bakıp bir mukayese bile yapmak neoliberal serbest piyasa nosyonuna daha ciddi ve gerçekçi yaklaşmak için yeterlidir. Beş asır öncesinde emek, toprak ve kapital üstünde bulunan sınırlar, tarifeler ve güç dengeleri bugün temelde değişmediği gibi daha da ağır bir hâl almış durumdadır. Tamamen liberal siyasal dünya kavramları çerçevesinde oluşturulan yaklaşım, özgürlük sorununu olabildiğince birey merkezli marjinal fayda algısına indirgenmiş olduğundan dolayı bugünün insanının bireysel tatminlerinden, yaşadığı meta-fetişizminden ve nihilizmden başını kaldırıp ne kendisinin ne de piyasanın ne kadar özgür olduğunu görmeye çalışması oldukça safça bir beklenti olacaktır. Dolayısıyla bu makale boyunca deşifre edilmeye çalışılan neoliberal “birey-piyasa-birey” döngüsünde homo economicus yapısal kararları şekillendirememektedir. Asıl olan toplumsal ve yapısal düzeneğin iktisadı ve dolayısıyla piyasayı şekillendirişidir. Bu ise liberal yanılgıdan uzaklaşıp, kapitalizmin çatışmacı tabiatını akıldan çıkarmadan piyasaya dair yapılacak değerlendirmelerin sahihliğini görmek olacaktır.
Siyasi Liberalizm, İktisadi Neoliberalizm
İktisadi neoliberal teoriyi, liberal siyaset teorisinin gölgesinde okumak bizleri çarpıcı sonuçlara götürecektir. Özellikle solun, son asırda, liberal siyaset felsefesinin kuramları ve pratikleri karşısında aciz kalışı, alternatif ve heteredoks iktisadi yaklaşımların sunduğu bir çok çözümü, teorik açılımı da beraberinde ya marjinal kıldı, yada tartışmanın ana gövdesinden piyasa denilen sihirli güç ile uzaklaştırdı. Solun ve beraberinde heterodoks okumaların son yıllarda yeniden liberal teoriyi farklı membaları da göz önüne alarak okumaya ve tenkit etmeye çalışmaları, yaşadıkları kısır döngüden çıkma çabası olarak da görülebilir. Küreselleşme ile birlikte, kelimenin tam anlamıyla; dünyanın bir piyasaya, insanoğlunun da birer müşteri haline dönüştüğü bir yüzyılda, yaşanan çılgınlığa ve adaletsizliğe dair hala birilerinin acı çekmesi, Schumpeter’in “yaratıcı tahripkarlık” dediği kapitalizm karşısında, insanoğlunun belki de nadir umutlarından biridir. Sahici bütün anlatıların, siyasetin, dinin ve tarihin piyasa değirmeninde öğütülüp, yok edildiği bir zaman diliminde, asıl vazife “hakiki ve insani” olanın, kaybolan koordinatları boyunca yeniden hatırlatılması, tekrar diriltilmesidir. Liberal siyaset felsefesi, çok derinlikli ve farklı disiplinlerin incelemesine muhatap olması gereken bir mesele olmakla birlikte, bu yazıda, birçokları için yeni keşfedilen, sol içinse özür ve sığınma mahiyetinde yeniden okuduğu Schmitt’in üzerinden yapmak bizce yerinde olacaktır.
Schmitt, The Concept of Political’da, her insanın iktidar çabasının indirgenemez bir ikilik üstüne kurulduğunu söyler. Ahlak iyi ve kötü ile, estetik güzel ve çirkinle ve iktisat kârlı olan ve kârsız olan ile ilgilenir. Siyasette ise en temel ayırım dost ve düşman arasındadır. Bu siyaseti, diğerlerinden tamamen ayıran bir özelliktir. Hz.İsa’nın “düşmanınızı seviniz” çağrısı kendi anlam düzeyi için oldukça isabetliyken, siyasetin ölüm-kalım dünyasında bir yere oturmaz. Ahlak felsefecileri adaletin tesisi ukdesi için çabalarken, bunun siyasal için bir anlamı yoktur. Çünkü siyaset dünyayı daha adil bir mekan haline gelmesiyle doğrudan bir ünsiyet içerisinde değildir. Hatta böyle bir çabası olması gerektiği de söylenemez. İktisadi mübadele sadece rekabeti kaçınılmaz görür, rakibi yok etmeyi talep etmez. Siyaset ise böyle değildir. Schmitt “Siyasal en yoğun ve aşırı antagonizmdir” der. Siyasetin en şiddetli hali fiili savaştır. Ama bir fiili savaş olmasa bile, siyaset rakibini inandığı her şeye aksi olduğuna inanmayı gerektirir. Bunlar, şahsi çıkışlarla ilgili bir mesele değildir. Düşmandan nefret etmek zorunda değiliz. Fakat gerekli olursa, onu yok etmeyi göze almaya hazır olmalıyız. Bütün bu çıkarımlar, Schmitt’in sahici bir anlatıyı ve ciddiyeti kaybetmeme çabasıdır. Sıkı bir katolik olmasına rağmen, “düzeyleri karıştırma” tuzağına düşmemek adına, fikirlerinin ana iskeletini oluşturan felsefeyi acımasız bir seküler dile dökmüştür. Bu dilin telaffuzuyla söylersek, liberaller hiç bir zaman siyasal olamazlar. Sahici tüm siyasal teoriler insanın kötü olduğu başlangıç noktasından hareket ederken, liberaller insan tabiatı hakkında iyimserdir. Liberalizm nötr kuralların çatışma ve paylaşımlarda uzlaştırıcı rolü üstleneceğine inanır. Oysa, herhangi bir kuralın veya uygulamanın başka bir kuralı ve uygulamayı doğal olarak iptal etmesinden dolayı “nötr –herhangi- bir pozisyondan” bahsetmek mümkün değildir. Liberalizm, devletten bağımsız toplum denen sivil bir kurumun olabileceğini iddia eder. Hakikatte, çoğulculuk bir illüzyondur. Hiç bir devlet kendisinden başka bir güçle iktidarını paylaşmaz. Liberaller, iktidar ve güç kavramlarından haz duymazlar. Bu siyaset yapmaktan ziyade siyasalı eleştirmelerinden dolayıdır. Hülasa, çatışmanın tabiatını görmezden gelerek iptal ettiğini ya da uzlaşmayı sağladığını sanan liberalizm, karşı çıktığı bir çok anti-liberal siyasetten daha büyük tahribat yapar. Bu tahribatlar, siyasal felsefeden başlar, iktisadi laissez faire illüzyonuna kadar gider. Siyaseten nötr bir siyasal arena yanılsamasını, neoliberal iktisadi teori ile kapitalizmin antagonistik dünyasını gözden kaçırmak için kullanır.
Piyasanın ve aktörlerinin nötr olduğunu, herkesin kapital döngüsüne aynı yerden ve aynı güçte başladığını, ilkel sermayenin nasıl biriktiğinin sorulmadığı, ödenmemiş işçi ücreti olan artık değerin nasıl vücuda geldiğini mesele edinmez. Mesele etse de, bu sorunların çatışmacı bir tabiatı olmadığını, gizli elin tabii düzenlemeyi mekanizma işlerken zaten yapacağını savunur. Bütün bu felsefi temeller üstüne inşa edilmiş olan bugünün neoliberalizmi, modern küreselleşmeye ana rengini vermektedir. Belli başlı bazı uygulamaları ortodoks iktisadi teori içerisinde temellenmiştir. Piyasalar nihai olarak optimal ve kendi kendilerini düzenleyen sosyal yapılardan müteşekkildir. Eğer piyasaların müdahale olmaksızın işlemesine müsaade edilirse, iktisadi ihtiyaçlara optimal seviyede hizmet edeceği gibi, aynı zamanda da tam istihdam sağlayacaktır. Piyasanın küreselleşmesiyle de, elde edilecek faydalar dünya ölçeğinde paylaşıma sunulacaktır. DTÖ’nün eski başkanı Mike Moore’un ifadesiyle “Dünya’daki fakirlere yardım etmenin en emin yolu piyasaların açılmaya devam etmesidir.”
Bu bakış açısına göre, varolan fakirlik, işsizlik ve düzenli iktisadi krizlerin ana kaynağı piyasaların önünde olan; sendikalar, devlet, din ve tarihsel kimliğin oluşturduğu toplumsal dokudur. Bu iddialar sadece fakir ülkeler için değil, aynı zamanda zengin ülkeler içinde geçerlidir. Öyle ki, küreselleşmenin tamama ermesi için dünya sosyal dokusunun “piyasayla barışık” bir tabiata dönüştürülmesi gerekmektedir. Bu ise ancak, işverenlerin istediği gibi işçilerini yönetmesi için sendikaların zayıflatılması, kamu kurumlarının özelleştirilerek yerli kapitalin küresel kapitale ve finans ağına kopamayacak kaynağının yapılması ve yerli piyasaların çok uluslu şirketlere ve ürünlerine kapılarının açılmasıyla mümkündür. Neoliberal iktisadi teori, teoriyi dile getiren ve uygulayanları aslında pek de yanıltmış sayılmaz. Aksine, öncülüğünü yapan güçlü devletlerin hemen hepsinin, genel anlamda, piyasalarını genişletmeye yaramıştır. Sorunlu olan kısım ise, hali hazırda güçlü olan Kuzey, neoliberal politikalarla daha da güçlenirken, aynı oranda Güney’de kaybetmiştir. Bir fizik kuralı gereği düşmenin hızı da, ivmesi de daha fazla olduğundan, Güneyin bir çok bölgesi bir daha toparlanmamak üzere felaketin içerisine gömülmüş bulunmaktadır. Yazının girişindeki tablo işte bu politikaların sonucudur.
Liberalizmi Schmitt’in tenkitleriyle okumak isteyişimizdeki asıl murat, yaşanan illüzyonun perdesini bir nebze olsun kaldırmak isteyişimizdedir. Neoliberal iktisadi teoriye yapılan eleştirilerin salt ekonomizmden kaynaklanmadığını, arkaplanında tüm liberal siyaset felsefesinin dayanaklarını sorgulayan sahici bir anlatının grameri bulunduğunu gösterme çabasıdır. Ezcümle, Schmitt’in vuzuha kavuşturduğu, Liberalizmin bir siyasal karakteri taşıyamayacağı okuması, neoliberal iktisadi kuram içinde; bir ekonomi-politiği taşıyamayacağı şeklinde ortaya çıkmaktadır.
İktisadi Neoliberalizm
Son yirmi yıl içerisinde, tarihte bir ilk gerçekleşerek, dünya genelinde tek bir iktisadi politika, neoliberalizmin şemsiyesi altında uygulanma yoluna gidildi. IMF, DB, DTÖ, Amerikan ve Avrupa merkez bankaları neoliberal politikaların uygulanması için bayraktarlığı üstlendiler. Bu çabaları, merkez medya, akademisyenler, ünlü entelektüeller, bankalar, sanayiciler, sermayedarlar ve oportünistler tarafından ateşli bir şekilde desteklendi. Neoliberalizmin yayılışı birçok faktör üzerinden gelişti. Amerika’nın tek süper güç olarak yükselişi, ortodoks iktisadi teorinin hem geleneksel iktisat hem de kurumsalcı iktisat halkaları içerisinde büyümesi ana iki faktör olarak sayılabilir. Neoliberalizme doğru giden yolun taşları, zengin ülkelerdeki Keynesci okumanın çıkmaza girdiğine dair kanı, fakir ülkelerdeki kalkınmacı politikaların başarısız olması ve Sovyet bloğunun tamamen çözülmesiyle döşendi. Son tahlilde, Amerika, neoliberal politikaların ana iktisadi tanımlayıcı ve kural koyucu güç olmasını; IMF, DB, BM ve DTÖ’nün yaptırım araçlarını kullanarak tüm dünya genelinde tesis etti.
Neoliberal politikalar üç sacayağı üstünde durmaktadır. Birincisi, devlet ve piyasanın iki ayrı yapı olarak okunması. Bu uygulamaya göre, devlet ve piyasa birbirinden tam anlamıyla bağımsız iki yapı olmak durumundadır. Bu yapılardan birinin diğerinin üstündeki tahakkümü ancak tahakküm altına girenin maliyetine olabilir. İkincisi, iktisadi olarak piyasalar verimli, devlet ise verimsizdir. Üçüncüsü ise, devletin piyasaya müdahalesi sistemik iktisadi problemler çıkarmaktadır. Bu üç yaklaşım elbette belli başlı bazı iktisadi politikaların “doğal” olarak uygulanması gerektiğini ön görür. İlk önce “serbest piyasanın” (Neoliberal okuma ilginç bir şekilde ve ısrarla kapitalizm yerine bu “liberal” etiketi kullanır) vücuda gelmesi için piyasadan devletin geri çekilmesi gerekmektedir. Lakin geri çekilen sadece devlet olmayacaktır. Zaten neoliberalizm bu konuda herhangi bir ayrım yapmamaktadır. Ancak, piyasanın önüne geçen her şeyin geri çekilmesiyle vadedilmiş zenginliklere insanoğlu ulaşabilecektir. Küreselleşme ile beraber vücuda gelen yerli, özgün, dini ve tarihi olan her şeyin dümdüz olması yada kendisine direnebileceği sığınaklar arar duruma düşmüş olması, işte bu piyasanın tesisinden dolayıdır.
Son yirmi yıldır, neoliberal iktisadi kuramın uygulamaları gerek zengin ülkelerde gerekse de fakir ülkelerde hayata geçmektedir. Ortaya çıkan tabloda, başarı hikayeleri istisnaidir. Hatta başarı hikayelerin de arkasında, salt neoliberal kuram yoktur. Daha ziyade serbest piyasa ile ortadan kaldırmaya kalktığı devlet yapısal iradesinin ekonomi-politik koruması ya da gölgesi vardır. Örnek: Amerika, Japonya ve Uzakdoğu ülkeleri. Yine son yirmi yıldır, istisnai başarı hikayeleriyle birlikte, zengin ve fakir ülkelerde, Keynes dönemi sonrasının gerisinde kalan büyüme oranları ile globalizasyon dönemine özgü yeni bir kapitalist dalgayı harekete geçmiş durumdadır. Ülkeler arası iktisadi dengesizlik daha önce hiç olmadığı kadar artmış, fakirlik oranlarında ciddi bir düşüş yaşanmamış, kapital hareketlerinin yarattığı göreceli refah her seferinde yerini kur krizlerine bırakmış, sovyet bloğunun çözülen ekonomileri çok sancılı bir geçiş döneminden çıkıp kendilerini daha büyük sancılar içerisinde bulmuşlardır. Neoliberal yaklaşım bu sorunların giderilmesi için daha fazla reform gerektiğini söyleyecektir. Tıpkı mikroiktisatta rasyonel bireyden nasıl denge halini bulmasını bekliyorsa, ülkelerinde suçun çoğunu hayata geçiremedikleri reformlarda aramaları gerektiğini öğütlemektedir. Bu son neticenin belli başlı teorik argümanları bulunmaktadır. Birincisi, neoliberal reformlar çok büyük oranda istihdamı ortadan kaldıracak şekilde hayata geçmektedir. Totolojik bir yaklaşım sergileyerek, “verimsiz” silahı kullanılıp istihdam alanları, alternatif “piyasa güçlerinin” verimliliği yakalayacağı varsayımıyla kapatılmaktadır. Bu politika nadiren başarılı olmuştur. Büyük endüstrilerdeki bu büyük ve nispeten ani istihdam kaybı, yapısal işsizlik probleminin sebeplerinin başındadır. İkincisi, neoliberal yaklaşımın piyasaya olan sualsiz imanı, en temel neoklasik iktisadi teori ile de çelişki halindedir. Neoklasik ekolün tezine göre (Lipsey ve Lancaster), bir ekonomi mükemmel rekabet ortamından birçok koldan uzaklaşırsa, (mükemmelliği bozan) tek bir sorunun ortadan kaldırılması daha verimli bir ekonomiyi ortaya çıkarmaz. Üçüncüsü, piyasanın faziletli, devletin ise yolsuzluk ve verimsizlik kaynağı olduğuna dair iddia temelden yanlıştır. Bu, liberal felsefenin bir sonucu olarak, düzeyleri birbirine karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Piyasa da ve devlet de birbirinden kolay bir şekilde ve belirgin hatlarla ayrılamayacak olan kurumlardır. Hepsinden önemlisi, bugün küreselleşmenin zirvesinde, ortaya çıkmış olan kapitalist zengin ekonomilerin istisnasız hepsi devlet müdahalesiyle ve korunmasıyla kalkınmışlardır. Mesela, Latin Amerika’da, doksanlı yıllarda yaşanan kapital hareketleriyle, ülkelerin bir bir küresel finans şirketlerine kurban olmasının en büyük sebebi bir çok sektörde, özellikle de finans sektöründe devletin müdahale edecek kadar gücünün kalmamış olmasındandı. Bütün bankacılık sektörünün %60’dan fazlasının özel ve yabancı finansın kontrolüne geçmiş olması, Latin Amerika ülkelerini yapılan neoliberal talanı sadece seyretmek durumunda bıraktı. Aynı şekilde, Türkiye’de yaşanan son 7-8 yılın iktisadi krizlerinden bir Latin Amerika ülkesi olarak çıkmamasının arkasındaki iktisadi sebep devletin finans üstündeki rölatif gücünden kaynakladı.
Neoliberal iktisadi ekol bütün bu eleştirilerin hepsine birden tek bir argümanla karşılık verecektir. Küreselleşmenin zirvesinde devlet-kapitalizm ilişkisi yerel bir mesele değildir. Dolayısıyla küresel anlamda bir yönetime, müdahaleye ve düzenlemeye ihtiyaç duymaktadır. Bu düzenlemenin en gerçekçi iktisadi uygulaması ise serbest ticaretin küresel anlamda tesisinden geçmektedir.
Neoliberal Küreselleşme Miti: Serbest Ticaret
Neoliberalizmin en kaba anlamıyla, bugünün iktisadi problemlerine dair verdiği totolojik cevap sırtını ortodoks mukayeseli ticaret teorisine yaslar. Bu yaklaşıma göre mukayeseli serbest ticaretin uluslararası tesisiyle herkes kâr edecektir. Lakin, bu ortodoks teoriye ve onun son yirmi yıllık yoğun uygulamasına ciddi eleştiriler getirenler, bugünkü dünyanın neoliberal teorinin varsayımlarındaki standart rekabet ortamından oldukça uzakta olduğunu ifade etmektedirler. Ayrıca, bugünün zengin ülkelerinin hepsinin sermaye biriktirme ve kalkınma süreci iktisadi korunmalar ve devlet kontrolüyle gerçekleşmiştir. Bu eleştirilere, neoliberal yaklaşım, geçmişteki rekabet ortamlarının yetersizliği delil gösterilerek serbest ticaretin herkesin faydasına olmadığı ispatlanamayacağını, asıl sorunun tam anlamıyla rekabet ortamının tesis edilmesi olduğunu söyleyerek cevap vermektedir. Sorunun çözümünü de, global anlamda bu rekabet şartlarını inşa edecek ve koruyacak küresel iktisadi yönetim kurumlarının tartışmasız hayata geçmesinde bulmaktadır. Lakin, yaşanan tartışmalarda, neoliberal yaklaşımı eleştirenlerin ekseriyeti de, gerçekten rekabet şartları oluşmuş olsa, tüm ulusların bundan beslenip zenginleşeceğine, kalkınacağına, istihdam yaratacağına kanaat getirmişlerdir. Onların eleştirisi, kısa dönemde çıkan maliyetlerle ilgilidir. Tıpkı liberal siyasal yaklaşımın iktidar ve gücün tabiatını görmezden gelerek ortadan kalktığını farzetmesi ve dolayısıyla siyasal bir tavır inşa edememesi gibi, neoliberal yaklaşımda rekabetin tabii yapısını iktidar ve emperyalizmden bağımsız olarak, belirli iktisadi politikaların izlenmesi ve uygulanmasıyla laisse faire hale bürüneceğini iddia etmektedir. Oysa, dünya halklarının çektiği iktisadi acıların ve sömürgeciliğin temelinde bizzat rekabetin kendisi bulunmaktadır. O halde, nasıl olurda, acıların kaynağının yeniden tesisi ve kurumsallaşmasıyla bizzat acıları ortadan kaldıran güç olacağını iddia edebilmektedir? Bu liberal yaklaşımın kapitalin tabiatına dair sahip olduğu iyimser, siyasal dışı yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.
Ülkeler arası serbest ticaret de, aynı ülke içi serbest ticarette olduğu gibi her zaman güçlü olandan yanadır. Ortodoks serbest ticaret teorisi üç sacayağı üstüne bina edilmiştir. Birincisi, ticaret açıkları ihracat fiyatlarının ithalat fiyatlarına göre daha fazla düşmesini sağlar, dolayısıyla ticaret azalır. İkincisi, bu türden bir azalma ihraç mamullerin ithal mamullere göre para değerinin artmasına sebeb olur, bu ise ticaret dengesini iyileştirir. Bu iyileşmenin oluşması, ihracatın ithalata olan rölatif fiziksel oranının, ihracatın ithalata olan fiyat oranındaki rölatif düşüşten daha fazla artmasını gerektirmektedir. Üçüncüsü, zamanla muameleler arttıkça tüm ticari muhasebe yerine oturur ve böylece serbest ticarete iştirak etmiş olan bütün taraflar kazançlı çıkar ve hiç bir tarafta istihdam kayıpları yaşamamış olur. Bu üçlü sacayağı neoklasik mukayeseli maliyet avantajı teorisinin temelidir. Bu teori ise, uluslararası ticarete yukarıdaki varsayımlarla iştirak eden herkesin kazanacağını iddia eden yaklaşımın temelidir. Herkesin kazanç motivasyonuyla hareket ettiği bir sistemde, günün sonunda herkesin kazanacağını iddia etmek ancak liberal siyaset felsefesinin siyasal dışı argümanlarıyla mümkündür. Öyle ki, elimizdeki uluslararası ticaret verileri neoliberal yaklaşımın iddialarını desteklememektedir. Tam aksine, elimizdeki iktisadi veriler, ticaret açıklarının ve dengesizliklerinin, ne gelişmiş ülkelerde nede kalkınmakta olan ülkelerde, ne geçmişte nede şimdi, ne sabit kur sistemleri altında nede dalgalı kur sistemleri altında ortadan kalkmadığını göstermektedir. Mesela Amerika nerdeyse otuz yıldır ticaret açığı verirken, Japonya kırk yıldır ticaret fazlası vermektedir. Aynı şekilde, rekabet içinde olan piyasaların tam-istihdamı tesis edeceği de elimizdeki veriler tarafından doğrulanmamaktadır. Geri kalmış ülkelerde 1.3 milyar insan işsiz durumdadır. Kalkınmış ülkelerde bile işsizlik oranı en büyük sıkıntıların aşında gelmektedir. Hatta son dört yıldır, Amerika iktisat tartışmalarının en hararetli konusu “istihdamın ihraç” edilmesidir. Yaşanan uluslararası serbest ticaret sürecini, Amerikalılar ticaretten ziyade kendi ülkelerindeki iş imkanlarını dışarıya ihraç olarak yorumlamaktadırlar. Kasım ayında yapılacak olan seçiminde ana gündem maddelerinin başında bu tartışma gelmektedir.
Rekabet tartışmasının temelinde ciddi bir düzey kayması yaşanmaktadır. Mukayeseli avantajı kısaca özetlemek gerekirse: maliyetlerin ucuz olduğu A bölgesi, maliyetlerin pahalı olduğu B bölgesine göre daha avantajlıdır. İkisi arasında yapılacak bir ticarette, A bölgesi maliyetleri ucuza getirdiği ürünlerde kazançlı çıkarken, B bölgesi zarar görecektir. A bölgesi ticaret fazlası verirken, B bölgesi ticaret açığı verecek ve fonları A bölgesine akacaktır. Neoliberal yaklaşımın okumasına göre, eğer A bölgesi sabit kur sistemine sadık kalırsa, dışardan gelen kapital akışından dolayı genel fiyat seviyesinde artış görülecektir. Bu ise ihracat fiyatlarının artması anlamına gelmektedir. Kurun seviyesini piyasa güçlerine açık bırakıldığı bir durumda ise, yine dışardan gelen kapital akışından dolayı ihracat fiyatları yabancılar için pahalı hale gelecektir. Aynı şekilde, ticaret açığı veren B bölgesi de, bu mekanizmayı tam tersinden yaşayacaktır. Paritelerdeki bu hareketlilikten dolayı ticaret fazlası veren ülkede ihracat fiyatları yabancı ülkelerde artarken, ithalat fiyatları iç piyasada düşecektir. Mesela, Türkiye ile İngiltere arasında yaşanacak bir uluslararası serbest ticarete, Türkiye’nin ticaret fazlasıyla başlayıp, ortalama her bir birim ihracat fiyatının 1000 TL, ithalat fiyatının da 2000 TL olduğunu farzedelim. (Bir birim ithalat fiyatı 20 Euro, parite: 0.01 Euro/TL) İlk ticaret dengesi ½ şeklinde olacaktır. Serbest ticaret teorisine göre, Türkiye ticaret fazlası verecek ve enflasyon meydana gelecek. İngiltere ise ticaret açığı verecek ve deflasyon oluşacak. Bundan dolayı da Türkiye’nin fiyatları artacak (1200 TL), İngiltere’nin ihracat fiyatları yada Türkiye’nin ithalat fiyatları da (16 Euro = 1600 TL) azalacak. Eğer aynı senaryo kur oranlarının sabit olmadığı bir yönetim altında gerçekleşirse, (parite: 0.015 Euro/TL olsun) bu Türkiye’nin iç piyasa fiyatlarını etkilemezken, İngiltere’nin ihracat fiyatlarını 1333 TL’ye çıkaracaktır. (20 Euro/0.015TL) Her durumda Türkiye’nin ticaret dengesi oranı ½’den ¾’e (1200/1600= 1000/1333= 3/4 ) çıkacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin ilk baştaki avantajı da, İngiltere’nin dezavantajı da ortadan kalkıp denge hali bulunmuş oldu.
Bu tablodaki teorik zorlamaların ötesinde, en sorunlu kısım ülke içerisindeki rölatif fiyatların yine aynı ülke içerisindeki rölatif maliyetlerle belirlenmediği iddiasıdır. Yukarıdaki hesaplamada da görüldüğü üzere, fiyatları belirleyen rölatif maliyetler değil ticaret dengesidir. Oysa, gerçek bir rekabet ortamında fiyatlar daima reel maliyetler tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla, ticaret fazlası olan taraf, ülke içine akacak olan fonların gücüyle faizleri aşağı çekebilecektir. Tam tersi de ticaret açığı veren ülkede gerçekleşecektir. Burada bir ticaret dengesinden ziyade kapital akışı söz konusudur. Ticaret devam ettiği sürece, ticaret açığı veren ülke uluslararası borçlu haline gelecektir. Bu ise ticaret dengesizliklerinin serbest ve sınırsız ticaretle ortadan kalkmadığı anlamına gelmektedir. Bu teorik değerlendirmelerin, özellikle son yirmi yıl içerisinde, Güney’in nerdeyse hemen her köşesinde birer pratik karşılığı bulunmaktadır. Latin Amerika belki de Ricardo’nun mukayeseli avantaj teorisinin neoliberalizm tarafından yanlış türevi alınarak çıkarılan sonuçları gereği kurulmuş küresel örgütlerin ve onların iddialarının teker teker tecrübe edildiği en güzel örnektir. Hiç bir Latin Amerika ülkesi, kendilerine komşu olan veya sayılabilecek Amerika karşısında, neoliberal teorinin gereği, yaptıkları uluslararası ticarette dengeye ulaşamadıkları gibi, sürekli kaybeden taraf olmuşlardır. Ülkelerine akan kapitalin sosyal ve ekonomik maliyeti altında çok acı çektiler. Sorunların kaynağını farkettikleri sırada ise, bütün tarifeleri aşağı çektiklerinden ve finans liberalizasyonunu tesis ettiklerinden dolayı, yaşadıkları felakete dur diyebilecek herhangi bir yapısal ve kurumsal güçte bulamadılar.
Neoliberal İyimserlik
Neoliberal iktisadi politikaları “serbest ticaret” genellemesine indirerek yaptığımız teorik analizlerin her birisinin pratik tecrübelerini ve neticelerini bu yazıya sığdırmamız mümkün değil. Lakin, Schmitt’i bu analizlerde, liberal felsefeyi idrak etmek için kullanmamızdaki amaçta, bu pratik tecrübeleri örnekleriyle göstermek yerine, onları vücuda getiren ekonomi-politik yaklaşımın arkasındaki siyaset felsefesini doğru okumaya çalışmaktandı. Liberal siyaset felsefesinin, siyasal bir taraf olamaması gibi neoliberal iktisadi felsefe de, piyasada her gün yaşanan, Güneyin bir çok köşesinde milyarlarca insanın bizzat tecrübe ettiği acıların küreselleşme ile ortadan kalkacağını iddia etmektedir. Bu kurtuluş reçetesinin en temel uzvu olarak da küresel kurumların yönetiminde, uluslararası serbest ticareti işaret etmektedir. Kapitalizmin özünün, aynen siyasal gibi bizzat bir çatışma üstüne kurulu olduğunu görmezden gelerek ortadan kaldıracağını zannetmektedir. Politika uygulayıcıları, teorisyenler, populist parti liderleri ve profesyonel akademisyenler için neoliberal teorik bir egzersiz olabilir. DTÖ, IMF ve DB toplantılarında alınan kararlarla aynı egzersizi, kaba sömürgecilik sonrası sosyal olarak müşteri vasfına kavuşması 100-120 yıl süren Güneyin halkları üzerinde tatbik edilmesi yeni emperyalizmin küresel bir aracından başka bir tarife girmemektedir.
Uluslararası ticaret ancak sektörler üzerinde stratejik tercihler yapılırsa Güneyin halklarına bir katkı sağlayabilir. Aksi takdirde, Kuzey’de sıkışan kapitalin, daha fazla artık değer üreteceği ve ardından da terkedeceği bildik kısır döngünün yaşanmasından başka bir işlev görmeyecektir. Sektörler üzerindeki tercih ise ülke içindeki rölatif maliyetlerin fiyatları belirlediği alanlardır. Küresel kapitalizmin portatif montaj sanayi bölgelerine dönüşmemenin tek yolu budur. Bütün tarifelerin, düzenlemelerin ve hepsinden önemlisi finans akışının neoliberal teorinin uygulamalarına teslim edildiği bir ülkede, daha önce yaşanan acıların tekrar edilmemesi kapitalin insafına kalmış olur. Kapital, aynen siyasal gibi bir çatışma üzerine bina edilir. Dostu ve düşmanı vardır. İkisinin ortası da uzlaşmacı bir denklemi kurmasına en büyük mani bizzat kendi antagonist tabiatıdır. Tek motivasyonu daha fazla biriktirmek ve kendisini yeniden üretmek olan kapital döngüsünün ise, liberal beklentinin laisse faire illüzyonuna tabi olacağına inanmak naifliktir.