85 yaşında ölen eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un gölgesi her zaman hayatımda özel bir yere sahip. Şaron bir bakıma ilgimin İsrail-Filistin sorununa yönelmesine sebep oldu.
Bir Eylül günü Montreal’deki evimizin oturma odasında ailemle birlikte haberleri izlediğimi, kameranın siyah takım elbiseli ve güneş gözlüklü bir adama yakınlaştığını hatırlıyorum. El Aksa Camii’nin avlusunu bir baştan bir başa adımlayan adam silâhlı büyük bir gruba önderlik ediyordu.
“Ne yapıyor?” diye babama sordum: “O kim?”
“Şaron” dedi babam. “Görünüşe göre, Harem-i Şerif’e yürümek istiyor.” Cümlenin son kısmını gönülsüzce söyledi.
“Peki, ama bütün bu askerler neden?” diye sordum, 11 yaşın kafası karışık bakışlarıyla…
“Çünkü o Şaron. Ve savaş istiyor!” dedi babam, ses tonuyla artık soru sormamam gerektiğini vurgularken…
Daha sonra İsrail’in on birinci başbakanının gerçekten de binden fazla İsrailli asker ve milisler eşliğinde Yahudilerin Sion tepesi Müslümanların ise Harem-i Şerif dediği ve El Aksa Camii’nin bulunduğu Beyt-ül Mukaddes ile Kübbet-üs Sahra adı verilen alanda gezintiye çıktığı, haberlerde doğrulandı.
Filistinliler ile İsrail güvenlik güçleri arasında El Aksa’da başlayan kavga kısa sürede İkinci İntifada’ya dönüştü ve birkaç gün sonrasında 12 yaşındaki Muhammed El Dura’nın onu korumaya çalışan babasının kolları arasında İsrailli askerlerce öldürüldüğünü gördü. Muhammed İkinci İntifada’nın sembolü oldu. 2000’den 2005’e kadar ‘İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nda yeni binyıla kanlı bir giriş yapıldı. Tahmini olarak 3000 Filistinli ve 1000 İsrailli öldü. Şaron hep tek yapmak istediğinin Harem-i Şerif’te barışçıl bir gezintiye çıkmak olduğunda ısrar ediyordu.
Şaron’u böyle tanıyordum ancak elbette ki bu adamda fazlası vardı.
Bir siyasetçi vefat ettiğinde hatırasına genellikle çok şey söylenir ve bu kişi ya bir günahkâr ya da bir aziz olarak tasvir edilir. Nelson Mandela Aralık 2013’te hayata gözlerini kapadığında pek az insan ardından olumsuz lâf etme cüretini gösterdi; kayda değer tek istisna Kanada Başbakanı Stephen Harper oldu. Öte yandan Sırp lider Slobodan Miloşeviç, Lahey hapishane hücresinde öldü; ardından ağlayan ve hakkında güzel şeyler söyleyen fazla insan yoktu. Böyle kafa karıştırıcı ve belirsiz ortamlarda hayatlarını kaybedenler de var; öyle ki otopsi testleri tamamlanmadan (hatta tamamlandığında bile) ilk yorumu yapmayı kimse istemez, tıpkı merhum Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat’ın durumunda olduğu gibi. Şaron ilginç bir vaka, zira birkaç yanlış alarm sonucu yorumcular Şaron öldükten sonra kendisinin en iyi şekilde nasıl hatırlanacağı üzerine tartışıyorlardı.
Ancak bu tür çift taraflı bilgiler ters tepki yapan türden. Bir kere, halka mal olmuş bu kişiliklerin mirası belli bir bağlama oturtulmak ve depolitize edilmek istenir: “Mandela iyi biriydi”; “Saddam kötü bir insandı”; “Arafat Filistin’i aldattı” vb. gibi genel cümleler bize onların neden ve nasıl önemli oldukları hakkında bilgi vermez. Ve onların izinden ilerici siyasete doğru hareket ederken neyi elememiz gerektiğini anlamamıza yardım edecek esaslı bilgi de vermez. İkincisi, tarih bize Sharon’un hayatı üzerine kitap dolusu bilgiyi zaten verecektir.
GENERAL VE DEVLET ADAMI
Siyasete girmeden önce Şaron yüksek vasıflı bir asker olarak muamele gördü, İsrail’in bugüne kadar bildiği en deneyimli ve en kurnaz generallerden biri olarak ün yaptı. Şaron “İsrail Kralı” ve “Tanrı’nın Aslanı” (-ki nitekim isminin anlamı da budur -) gibi isimlerle anıldı. Başarılarının arasında Filistinli sivillerin katledildiği operasyonların arkasındaki beyin olarak bilinmek de vardı. Örneğin, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında katliam Şaron’un Filistinlilerin öldürülmesi konusunda nasıl etkili ve ne kadar haşin olduğunu gösterdi.
Katliamla ilgili ölü sayısına dair doğru bir rakam hâlâ mevcut değil. Bu konuda resmî soruşturma yürüten İsrailli Kahan Komisyonu 700-800 kişinin katledildiği kanaatine vardı. Katliamdan sonra olay yerinde bulunanlardan biri olan gazeteci Robert Fisk 1700 kişinin öldürüldüğü sonucuna vardı. Bu arada Filistin Kızılayı ölü sayısının 2000’in üzerinde olduğu tahmininde bulunuyordu. İsrailli gazeteci ve Sabra ve Şatilla: Katliam İncelemesi başlıklı kitabın yazarı Amnon Kapeliuk’ın araştırmasında ölü sayısının 3000-3500 olduğunu kaydetti.
20 yıl sonra Nisan 2002’de Şaron, işgal altındaki Batı Şeria’da Cenin mülteci kampına ölüm emrini verdi. Badil Kaynak Merkezi’ne göre: “…11 Nisan’da askerî taarruzun sona erdiği vakte kadar 50’den fazla Filistinli’nin öldürüldüğü tahmin edilirken yüzlerce mülteci barınağının bulunduğu kampın yaklaşık yüzde 10’u yerle bir edilmişti.”
İsrail saldırısı süresince medyanın içeri girmesine izin verilmedi. Ancak iki hafta sonra aralarında Uluslararası Af Örgütü ile İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin de bulunduğu yerli ve yabancı insan hakları organizasyonlarının Cenin’e girmesi için izin çıktı. Bu örgütler kısa sürede uluslararası insan hakları yasalarının ciddi şekilde ihlâl edildiğine ve savaş suçu işlendiğine dair deliller ortaya çıkardı. Uluslararası baskılar sonucu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 19 Nisan 2002’de 1405 sayılı yasa tasarısını kabul ederek işgal için uluslararası soruşturma başlatılması çağırısında bulundu.
Aynı yıl, Şaron hem Sabra ve Şatilla hem de Cenin katliamları için Belçika’da mahkemelere dünyanın herhangi bir yerinde insanlık suçu veya savaş suçu işleyen bireylerin cezalandırılması için “genel yetki” tanıyan ve 1993 yılında onaylanan kanuna göre savaş suçundan yargılanma ihtimaliyle karşı karşıya kaldı.
Şaron’un asker olarak sabıka kaydı İsrail devletinin kurulması öncesine dayanıyordu. 14 yaşında daha sonra “İsrail Savunma Güçleri”ne dönüşecek olan Yahudi milis kuvveti Haganah’ın üyesiydi. 20 yaşındayken yaklaşık 700000 Filistinliyi yerlerinden eden ve bugün etnik temizlik dediğimiz eylemin gerçekleştirildiği 1948 Savaşı süresince Alexandroni Tugayı’nda piyade bölüğünün başındaydı. 1953 Ağustos’unda Şaron 101 Birliği’nin komutanı olarak Gazze’nin güneyinde el Bureig mülteci kampına saldırı düzenledi, ölü sayısı 50’yi geçti. Şaron ünlü Kibya köyü katliamı da dâhil olmak üzere diğer bazı köylerde aynı işlemi tekrarladı. Demir Duvar: 1942’den Bu Yana İsrail ve Arap Dünyası başlıklı kitabında İsrailli tarihçi Avi Shlaim, katliamı şöyle anlatıyordu: “Şaron Kibya’ya girme emrini verdi, evler havaya uçuruldu, köy sakinleri ağır kayıplar verdi. Şaron’un emri yerine getirmedeki başarısı bütün beklentilerin ötesindeydi. Kibya’da neler olduğuna dair dehşetengiz hikâyenin tamamı saldırının ertesi sabahı anlaşıldı. Köy moloz yığını hâline gelmişti: 45 ev havaya uçurulmuş, üçte ikisini kadın ve çocukların oluşturduğu 69 sivil katledilmişti.”
Daha sonra 1972 yılında Galile Protokolleri çerçevesinde Şaron, “on bin küsur çiftçi ve Bedevi’yi topraklarından çıkardı, evlerini buldozerlerle veya dinamitlemek suretiyle yerle bir etti, çadırlarını yıktı, ekinlerini harap etti ve kuyularını kapattı”, böylece altı kibbutzim (İsrail’e özgü komünal yerleşim birimi), dokuz köy ve Yamit kentinin kurulması için yer açılmış oldu.
Şaron komutan olarak bir köyde hayatı etkili bir şekilde nasıl bitireceğini biliyordu, operasyonların çoğunda yalnızca kontrolü elinde tutmakla kalmayıp aynı zamanda askerlerin arasına da karışıyordu.
Siyasî kariyerine gelince, ana akım uluslararası ilişkilerde sık sık İsrail’in 2004-2005’te Gazze’den İsrailli yerleşimcilerin tek taraflı olarak çekilmeleri nedeniyle Şaron’a sık sık teşekkür ediliyordu; bu durum Başbakan’ın “barış için iyi niyet göstergesi” olması adına verdiği zor bir karar ve fedakârlık olarak görülüyordu. Ne gariptir ki geri çekilmeden bu yana Gazze sakinleri İsrail dayatması olarak Şerid’in kuşatılmasının bedelini ödüyorlar. Nitekim Şaron’un komaya girmesi ile Gazze’deki Filistinlileri tehdidi ile eş zamanlıdır. Şaron gitti ama Gazze halkı bu kanunsuz ablukaya karşı direnmeye devam etmelidir.
Politikacı Şaron’un bir diğer katkısı ise ‘Apartheid Duvarı’nın onaylanması ve işletilmesi oldu. 2001’de başlatılan ve şimdi bir yılan gibi Batı Şeria’yı dolanan duvar kasabaları, evleri ve mahalleleri birbirinden ayırıyor, bir tarafa kaynak imkânı sağlarken diğer tarafı toptan cezalandırıyor.
Son olarak, Şaron’un bölge barışı için diplomatik girişimlerde ya ret ya da çekimser oy kayıtları oldukça ilginç. Öyle ki bu durum kendisinin barış adamı olduğunu pek düşündürmüyor. 1979’da Menahem Begin hükümetinde Mısır ile barış anlaşmasına karşı ret oyu kullanan Şaron, 1994’te Ürdün ile barış anlaşması oylamasında çekimser kaldı. İsrail askerlerinin 1985’te Güney Lübnan’dan çekilmesine ret oyu kullanan Şaron 1991’deki Madrid Barış Konferansı’na İsrail’in katılımına başını derde sokmaya değmeyecek olması gerekçesiyle karşı çıktı; aynı şeyi 1993 Oslo anlaşmasında da yaparak İsrail Parlamentosu Knesset’te karşı oy kullandı.
BİREY VE SİSTEM
Artık gittiğine göre Şaron’la ilgili söylenecek pek fazla bir şey kalmadı. Adil olmak gerekirse, uzun bir süredir kendisi zaten yoktu, sadece ismi vardı ama yaptıklarının etkisi devam ediyor. Daha da önemlisi Şaron’un, aynı ısrarlı musibetin - her şeyi kapsamasına rağmen - yalnızca bir yüzü olduğunu fark etmemiz şart: Irk ayrımcılığı ve kolonizasyon. Belki birçok İsrailli için Şaron ulusuna iyi ve kötü günlerde hizmet etti: Takım elbiseler giydi, kravatlar taktı; tabii askerî üniformalar da; siyasetçilerle tokalaştı ve ağır silâhları sivillere yöneltti; bunu, başka bir halkı kendi varlığını sürdürmek için haklarından yoksun bırakabileceğine inanan Siyonist devlet adına yaptı. Şaron’un sabıka kaydı Şaron gibi liderlerin devletçilik adına adaletsizliği ve baskıyı güçlendirdiğini gösteriyor. Böyle liderler bu tür hareketleri tek başlarına sergilemiyorlar, militarizasyon, kolonizasyon ve ırk ayrımcılığına dayalı güç dinamiklerinin normalleştirilmesini dayatan bir aygıtın parçası olarak dünyanın da aynı şeyi yapmasını ya da sessiz kalmasını bekliyorlar.
On üç yıl sonra El Aksa Camisi’ndeki takipçilerini kışkırtan, İkinci İntifada’yı ateşleyen adamın neredeyse on yıl süreyle melekelerini kaybetmiş bir vaziyette yaşadıktan sonra öldüğünü görüyorum. Sadece şunu söyleyebilirim: Şaron öldü ama İsrail’in ırk ayrımcılığı yaşıyor. Şaron’un hayatı ve “barışa” katkıları tartışılırken buna yoğunlaşmak ve gerçekçi ve adil şartlarla çatışmayı sona erdirmek için insanların buna dikkat etmesi gerekiyor.
[Middle East Monitor, 11 Ocak 2014]
Çeviri: Handan Öz