CHP, kendini “kurucu parti” olarak gördüğü için çok yakın döneme kadar devletin sahipliğini kendi uhdesinde görüyordu.
Devletin sahipliğini üstlenmesi bir yönetim mantalitesine dayanıyordu. Toplumu, “elitler” ve “millet” şeklinde ikiye ayırarak, “millet güvenilmez” olarak kodlandığı için; elit koalisyonu ile “millet kontrol altına” alınmalıydı.
Sivil ve askerî bürokrasi ve devlet üzerinden zenginleşen ekonomi sınıfı, bir kısım aydınlar, gazeteciler ve bunlara eklemlenen vesayetçi tüm yapılar bu koalisyonun bir parçasını oluşturmuşlardı. Uzun süre bu koalisyonla, millet ve onların seçtikleri kontrol altında tutulmaya çalışıldı.
Milleti “güvenilmez” olarak kodlamanın birçok yolu vardı. Onların değer dünyalarını, inançlarını ve tercihlerini tehdit algısının içerisine yerleştirmek yeterliydi. Ardından düşmanlaştırma ve kamusal alandan dışlamaya kadar giden süreçler başarı ile uygulandı. Bu yönetim mantalitesinden sonuç alındı. Uzun süre bu konuda başarılı oldular.
Zamanla, çevreyi oluşturan toplumun geniş kesimleri güçlendi. Öz güven kazandı. Seçtiği iktidarlara sahip çıktı. Devletin sahipliğinin sadece bir zümreye ait olmayacağını gösterdi. İşte CHP bu süreçte bir süre gelgit yaşadı.
Tarihsel olarak toplumda yerleşmiş “millet karşıtlığı” konumlanmasından kurtulmaya çalıştı. Yeni arayışlara girdi. Tarihsel blok olarak kendisine eklemlenen yapılar dönüştüğü için eski tip siyaset tarzı ile iktidar alanlarını koruyamıyordu. Çünkü, yeni bürokrasi, yeni elitler, yeni orta sınıf ve yeni bir burjuvazinin oluşması, CHP’nin tarihsel koalisyonunu aşındırmıştı.
CHP, iktidar alanlarını kaybettiği için “devletçi” söylemini yavaş yavaş terk etti. Kurucusu olduğunu iddia ettiği devletle arasına mesafe koydu. Bugün için tam devlet karşıtı bir pozisyona geçti. Devletle irtibatını kopardı.
Birkaç senedir CHP’nin, Türkiye’nin dış politika ve güvenlik tercihlerine yönelik politikalarına bakıldığında “devlet karşıtlığı”nı kolayca görmek mümkündür. Terörle mücadelede, Suriye, Irak, Doğu Akdeniz ve en son Libya meselesinde devletin politikalarının tam karşıtı bir siyaset izliyor.
CHP, birçok konuda devletin politikalarının altını oyan bir tarzda, uluslararası çevrelerin Türkiye’ye yönelik suçlayıcı söylemlerinin taşıyıcılığını yapıyor.
İşte son Libya meselesinde bunu bir kez daha gördük. Burhanettin Duran, “CHP’nin onulmaz körlüğü” başlıklı dünkü yazısında benim burada çerçevesini çizdiğim devlet karşıtlığı meselesini aslında Libya örneği üzerinde sarih bir şekilde anlatmış. Yazıyı Duran’ın cümleleri ile bitireyim:
“CHP, iktidarın Libya’ya askerî desteğini ‘maceracı, ideolojik’ bularak tam da Türkiye’nin karşısındaki çevrelerin dili ile konuşuyor. Başkan Erdoğan’a Batı ve Körfez medyasında yöneltilen ‘İhvancı, Yeni Osmanlıcı’ suçlamalarını tekrar ediyor. Hâlbuki isyancı Hafter güçlerine askerî destek veren ülkeler olan Mısır, BAE, Rusya ve Fransa için benzer ‘imparatorluk’ ya da ‘yayılmacılık’ eleştirileri yapılmıyor. Ne bu ülkelerin iç medyasında Libya’da ne işimiz var diye soruluyor ne de dış medyada ideolojik suçlama yapılıyor. Söz gelimi Sisi için ‘Yeni Nasırcılık’, Putin için ‘Yeni Sovyet yayılmacılığı’ ya da Macron için ‘yeni Bonapartçılık’ denmiyor. Siyaset kurumu, ortak tek ideolojimiz olan millî menfaatimizi korumada birleşmeli. Muhalefet de hasımlarımızın dili ile konuşmayı terk etmeli...”
[Türkiye, 21 Aralık 2019].