Mavi emzikli bebek cesedi, yıkık binalar, Nasrallah posterleri, Arap ülkelerinde öfkeli kalabalıklar, Condi Rice’ın yapay gülümseyişi, Arap Birliği'nin ölüm sessizliği, Türk basınında İsrailci köşe yazarlarının küstah tavırları ve İsrail’in uluslararası kamuoyunu hiçe sayan hâli; Lübnan fırtınası dindiğinde muhayyilemizde kalan kareler olarak kayda geçecek. Her krizin kaybedenleri ve kazananları olacağı gibi krizlerde yıldızı parlayan veya güvenilirliğini yitiren liderler ve kurumlar olur. Krizler âdeta turnusol kağıdı gibidir; gizli hesapları ve bilinçaltındaki karanlık düşünceleri ortaya çıkarır, biriken negatif enerji açığa çıkar ve yıkımın ardından bazı hesaplar yeniden gözden geçirilir
. Geriye dönüp bakıldığında, Hizbullah-İsrail gerginliği Ortadoğu’da önümüzdeki dönemde yaşanabilecekler açısından bir gösterge gibiydi. Bu çatışmadan kim ne kaybetti, kim ne kazandı, bunun hesabını kolayca yapmak mümkün değil; ancak operasyonun uzun vâdeli hedefleri değerlendirildiğinde beklenmedik bazı gelişmelere neden olduğu görülecektir. İsrail, uluslararası kurumlar, ABD müttefiki görünen Arap rejimleri ve Lübnan halkı krizden derin yara almıştır. Kriz Hizbullah ve İran’ın işine yaramıştır ve Ortadoğu’da direniş dalgasına bir dinamizm kazandırmıştır.Operasyonun temel hedefi Hizbullah’a bir daha toparlanamayacak şekilde bir darbe vurmaktı ve askeri kaynaklarını tahrip etmekti. Bunun yanı sıra olası bir İran operasyonu öncesi Hizbullah tehdidini ortadan kaldırmak hedeflenmişti. Daha da geniş kapsamlı değerlendirilirse Ortadoğu’yu etnik, dinsel ve mezhepsel açıdan bölerek yeniden şekillendirme girişiminin somut bir adımı olarak görülebilir. Lübnan, etnik, dini ve mezhepsel olarak Ortadoğu’nun en karmaşık ülkesidir. Bu açıdan daha sonra yapılabilecek geniş kapsamlı operasyonlar için bir laboratuar konumundadır. Tüm bu amaçlara karşın gerginliğin sonuçları İsrail ve ABD açısından hiç de hesapladıkları gibi olmamıştır. Askeri açıdan operasyon İsrail için oldukça mâliyetli oldu, İsrail beklemediği bir direnişle karşılaştı. Hizbullah karşısında bu derece bir direnişle karşılaşan İsrail ve ABD, muhtemel bir İran operasyonu için çok daha ihtiyatlı davranacaklardır.Operasyonun hedefleri arasında Hizbullah’ı Lübnan halkından koparmak da vardı, bu nedenle vurulan hedeflerde sivil askeri hedef ayrımı gözetilmedi. İsrail’in “Hizbullah militanları özel üniforma giymiyorlar, ölenlerin Hizbullah militanları olmadığını nerden bilebiliriz” açıklaması ahlaksızcadır. İsrail’in planlarının tersine Hizbullah, Lübnan halkı nezdinde toplumsal meşruiyetini ve güvenilirliğini artırmıştır. Yapmış olduğu saldırılar İsrail’in uluslararası arenadaki imajına da önemli ölçüde zarar vermiştir. Bu operasyonda en büyük zararı ABD yanlısı gibi görünen Arap rejimleri gördü, halk nezdinde önemli ölçüde meşruiyet kaybına uğradılar. Mensubu bulundukları siyasi rejimlerin güvenlik ve ulusal gururlarını koruma konusunda ne derece aciz duruma düştüğünü gören Ortadoğu halkları kendi hesaplarına da direnen Hizbullah’ı saygıyla selamladılar. İslam dünyasındaki etnik ve mezhepsel çatışma tehlikesi önemli bir tehdit olarak var olmaya devam edecektir. Hizbullah’ın İsrail karşısında direnişi Sünnilerin, Şii Hizbullah’a sempatisini önemli ölçüde artırmıştır. Bu açılardan bakıldığında operasyon İsrail ve ABD tarafı açısından beklenen sonuçları vermemiştir. Bu operasyondan uluslararası normlar ve kurumlar da önemli ölçüde yara alarak çıkmıştır. BM, kendi personelinin İsrail tarafından aleni olarak hedef alınması karşısında somut bir yaptırım uygulayamamıştır. Ateşkes çağrısı yapmak için bunca sivilin öldürülmesi mi gerekliydi sorusuna halen tatmin edici bir cevap verilememiştir. Cevap verilemeyen her soru hukuk dışı alternatifleri ve terörü tetikleyecektir. Ortadoğu’da barış ve güvenliğin ancak bütüncül ve tüm tarafların çıkarları gözetilerek sağlanabileceği gerçeği daha fazla kayıp verilmeden anlaşılmak zorundadır. Yeni Ortadoğu Hesaplarında Asıl Hedef İran İsrail’in Hizbullah operasyonu ve Güney Lübnan’ı işgali muhtemel bir İran müdahalesi öncesi örtülü bir temizlik operasyonu olarak algılanabilir. ABD ve İsrail’in düzenleyebileceği muhtemel bir operasyona İran, Güney Lübnan'da Hizbullah üzerinden karşılık verebilirdi. Güney Lübnan’ın işgalinin yalnızca kaçırılan askerleri kurtarmak için olmadığı aşikârdır. Bu operasyon aynı zamanda ABD ve İsrail’in İran nükleer sorununda müzakere sürecinin başlatılması konusundaki samimiyetlerine gölge düşürmüştür. Lübnan’ın güneyine uluslararası güç yerleştirilmesi ve İsrail’in bir tampon bölgeyle korunması İsrail’in arzu ettiği bir gelişmeydi. 1701 no’lu BM kararıyla Güney Lübnan’a 15.000 asker yerleştirilmesi kararlaştırıldı. İsrail bu sayede Hizbullah tehdidini bertaraf etmiş olacak. ABD, 31 Mayıs 2006’da nükleer programını kanıtlanabilir bir şekilde durdurması karşılığında İran ile müzakere masasına oturabileceğinin işaretlerini verdi. 1 Haziran 2006’da AB Troykası’nın hazırladığı öneriler paketi Rusya, Çin ve ABD’nin de katılımıyla İran’a sunuldu. 5+1 (BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya) adına öneriyi açıklayan İngiltere Dışişleri Bakanı Margaret Beckett, “İran’ın önerimizi ciddiyetle değerlendirmesini bekliyoruz” demişti. Bu pakete olumlu bakılması halinde konu BM Güvenlik Konseyi’nin gündeminde olmayacaktır. İran’ın müzakereye yanaşmaması halinde ise Güvenlik Konseyi’nde daha ileri adımlar atılması gerekecek, dedi. Öneri paketinin uranyum zenginleştirme çalışmalarını askıya alması karşılığında İran’a ticari nükleer enerji endüstrisi için yardımlar ve uzun süreli uranyum yakıt garantisi içerdiği medyaya yansıdı. İran, 6’lı grubun öneri paketine cevabını 22 Ağustos’ta vereceğini bildirmişti. Lübnan krizinden dolayı İran’ın muhtemel cevabında bir değişiklik olup olmayacağı merak konusudur. Bernard Lewis’in “Müslümanlar açısından kutsal Miraç Kandili’nin kutlanacağı 22 Ağustos’ta İsrail’i haritadan silme girişiminde bulunabilir” açıklaması tarihçiliğinin yanı sıra zaman zaman depreşen tetikçilik misyonunun bir yansımasıydı. "22 Ağustos günü İran’dan gelecek, İsrail’i yok etmeyi amaçlayan çok dehşetli bir saldırı, küresel kaos yaratabilir" açıklaması The Wall Street Journal gibi ciddi bir yayın organında yer aldı. Böyle mesiyanik ve apokaliptik inanışların mevcut ABD yönetimi tarafından ciddiye alınması hatta bu konuda somut bazı girişimlerde bulunulması sürpriz olmaz. Bernard Lewis Bush yönetiminin Ortadoğu siyasetini yönlendiren önemli isimlerin başında gelmekte. Tüm bu spekülasyonlar bir yana konulduğunda İran’ın susturulması, ABD’nin bölgedeki hedefleri açısından hayatidir. İran şu anda İslam dünyasında ABD’ye açıkça kafa tutabilen ve bunu da bir söylem haline getiren yegâne güçtür. İran’ın muhalif söyleminin geniş kapsamlı etkileri olacaktır. İran anti-Amerikancılık söylemi üzerinden İslam dünyasının liderliğine oynamaktadır. İran’ın Hamas, Lübnan, Hizbullah ve Irak’taki bazı Şii direniş grupları üzerinde ideolojik etkisi vardır. İran’ın muhalif söylemi ve ideolojisi Ortadoğu’yu yeniden organize etme girişimine bir tehdit olarak görünmektedir. ABD’nin önemli hedeflerinden biri, İran’da 1979 İslam Devrimi’nden bu yana devam eden Amerikan karşıtı muhalif söylemi sopayla kontrol altında tutmaktır, zira bu söylem daha da gelişip yaygınlaşırsa Amerika’nın Ortadoğu’da yapmak istediklerine ciddi bir tehdit teşkil edecektir. İran’ın çıkardığı muhalif ses yaptığı işten daha önemlidir. Ortadoğu’da bir süredir oluşmakta olan cephe şu anda çok daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. ABD, İsrail ve Kuzey Irak’taki Barzani önderliğindeki rejimin çıkarları örtüşmektedir. İran önderliğindeki karşı cephenin aktörleri ise Hizbullah, HAMAS ve Suriye’dir. Yemen bu cepheye pasif destek vermektedir. Türkiye, Iraklı Şiiler, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Körfez emirliklerinin süreç içerisinde oynayacakları roller, bloklar arası gerginliğin yönetilmesi konusunda etkili olacaktır. Bloklar arası gerginliğin sıcak çatışma harici bir çerçevede tutulabilmesi için bölgenin diğer aktörlerinin istikrar yönündeki aktif çabalarına ihtiyaç vardır.Her türlü yönlendirmelere rağmen Türkiye’nin çıkarı açıktır, Ortadoğu’da barış ve istikrar Türkiye’nin menfaatinedir. Etnik, dini ve mezhepsel kamplaşmalar ve çatışmalar Türkiye’nin çıkarlarına terstir. Bölgede barış ve istikrarı olumsuz yönde etkileyebilecek tüm gelişmeler aynı zamanda Türkiye’nin de aleyhinedir. Başta diplomatik girişimler ve arabuluculuk olmak üzere bölgede barış ve istikrara katkıda bulunacak hamleler Türkiye’nin yalnızca sorumluluğu değil aynı zamanda Türkiye’nin kendi güvenliği açısından da bir zorunluluktur. Ortadoğu’daki tüm meselelerin birbirleriyle bağlantılı olduğunu anlamak için daha fazla krizin yaşanması gerekmemektedir. Hamas ile İsrail’in yaşadığı gerginliğin Lübnan’da savaşa dönüşmesi veya Lübnan’daki savaşa paralel olarak Irak’taki Şii- Sünni gerginliğinin şiddetlenmesi bunun bir göstergesidir. Krizden Yara Alanlar: AB, Uluslararası Örgütler ve Arap Rejimleri NATO’dan ayrı, etkin bir ordusu olmayan ve âdeta silahlardan arındırılmış bir siyasal yapı konumundaki Avrupa Birliği, dünya krizlerine sadece cılızca ses çıkarabilen bir aktör görüntüsü çizmektedir. Güvenliğini NATO’ya endeksleyen ve dış politika açısından kendi içindeki fikir ayrılıklarını aşamayan AB, dünya siyasetinde pasif bir role razı görünüyor. AB bu konumuyla ve cılız siyasi söylemiyle uluslararası siyasette ciddi bir rol oynayamayacaktır. Zayıf siyasi yapıların temel özelliklerinden olan, iç işlerinde bağımsız dış işlerinde ortak siyaset belirleme dâhi şu an AB için hayal gibi görünmekte. Kendi iç düzenlemeleri ve hukuki prosedürleriyle uğraşan Avrupa’nın Ortadoğu’da ne zaman söz sahibi olmaya çalışacağı merak konusu. AB, ABD ile birlikte iyi polis kötü polis rolünde kendine biçilen iyi polis rol oyununda dâhi başarıyla oynayamamaktadır. AB, ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki operasyonlarından asgari kirlenmeyle sıyrılabilmekte, ancak AB Ortadoğu barışı için atacağı somut adımlarla krizi kendi açısından bir imkân haline getirebilirdi. Savaş öncesi Lübnan halkının yüzde 58’i Hizbullah’ı desteklemekteyken bu oran Güney Lübnan’daki İsrail operasyonu sonrası yüzde 80’lere çıkmıştır. Bu krizle şu da bir kere daha teyit edilmiştir ki; Ortadoğu’da silahları olmayan aktörler siyasi arenada bir anlam ifade etmemektedir. Bu da önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da milis güçlerin artacağının habercisidir. BM tarafından kabul edilen 1701 no’lu karar Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve Lübnan ordusunun bölgedeki tek hâkim güç haline gelmesini öngörmektedir. Hizbullah’ın Lübnan ordusu içinde yer almasının istikrara katkısı olabilir ancak Hizbullah’ın tamamen silahlardan arındırılmasını beklemek gerçekçi değildir. BM’ye verilebilecek en büyük zarar böylesi bir krizde göz ardı edilmesiydi. İsrail tarafından benimsenen, önce işgal ve imha edip ardından bu güçle müzakere masasına oturursak daha fazla kazanırız yaklaşımı, uluslararası normları tehdit etmektedir. Müzakereler, askeri alanda edinilen başarının tescil edildiği ve bir siyasi sermayeye dönüştürüldüğü bir platform haline gelmemelidir. ABD ve İsrail bu sayede uluslararası kurumların yükünden kurtulmakta ve çıkarlarını herhangi bir filtreden geçirmeden aramaktadırlar. Burada uluslararası kamuoyunun daha etkin müdahalesine ihtiyaç vardır. Uluslararası kurum ve normların bilinçli olarak yıpratılması kaotik ortamdan daha fazla çıkar sağlayabilecek aktörlerin işine yarayacaktır. BM mensuplarını öldüren ve BM kararlarını hiçe sayan İsrail’in herhangi somut bir yaptırımla cezalandırılmaması düşündürücüdür. Somut yaptırımı olmayan kararlar İsrail’i caydıramamaktadır, olası yaptırımlar da çoğunlukla Amerikan vetosuna takılmaktadır. Böyle bir ortamda dürüstçe diplomasi yürütmek oldukça güçtür. Direniş Örgütlerinin Geleceği İsrail, Lübnan’daki otorite boşluğunun doldurulması gerektiğini, aksi halde İran ve Şii cephesinin bu boşluğu dolduracağını iddia etmektedir. Bu açıdan Lübnan’daki yıkımın maddi yükünün Suudi Arabistan ve diğer Körfez emirlikleri tarafından finanse edilmesini ön görmekteler. Bölgede ABD çıkarlarına karşı güçler Hamas, Hizbullah, İran ve Suriye’dir ve bu aktörler Amerika’nın Ortadoğu’da yapmayı planladıkları değişikliklere engel teşkil etmektedir. İran ve Suriye tarafından desteklenen Hizbullah ve Hamas operasyonlarının İsrail’e ihale edilmiş olması işbölümünün uzantısıydı. Bu operasyonlarda ABD, İsrail ile birlikte birincil taraftır ve barışı desteklemek yerine İsrail’e mühimmat yetiştirmektedir. Ortadoğu’daki yönetici elitlerle halk arasındaki kopukluk ve fikir anlaşmazlıkları gittikçe artmaktadır. Toplumsal meşruiyetini yitirmiş ve temel fonksiyonları olan güvenlik ve sosyal refahı sağlama görevlerini dahi yerine getiremeyen rejimlerde, siyasi rejime alternatif ve devletin yapmakta zorlandığı temel görevlerini dolaylı yollardan yerine getiren organizasyonlar ortaya çıkmaktadır. Toplumun yaşadığı aşağılanma ve güçsüzlük duygusu bu organizasyonları besleyen temel faktördür. Nasrallah yalnızca Şiiler arasında değil, Ortadoğu’nun bütününde efsanevi bir direniş figürü haline geliyor. İsrail’in orantısız güç kullanımı ve sivilleri hedef alması Hizbullah’ın meşruiyetini ve karizmasını artırıyor. Hizbullah ve Hamas ile birlikte ortaya çıkan direniş biçimi Ortadoğu toplumlarının siyasi muhayyilesinde yeni imkanları çağrıştırmaktadır. Bu çağrışımlar önümüzdeki dönemde İslam Dünyasında yeni hareketliliklere neden olabilir. Devlet harici aktörlerin ve direniş örgütlerinin bölgenin önemli aktörleri olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Devlet yapılarının nüfuz edemediği alanlara bu direniş örgütleri nüfuz etmekte ve daha sonra toplum içinde meşru siyasal ve sosyal hareketler haline gelmektedirler. Terörist örgüt tanımı artık bu örgütleri tanımlama açısından gerçekçi değildir. Bu örgütleri besleyen asıl süreç siyasal rejimlerin İsrail saldırıları karşısında iktidarsız ve kararsız bir görüntü çizmeleridir. Barış süreçlerinde yaşanan en önemli problemlerden biri de bu gibi direniş örgütlerini ve milis güçlerini siyasi sürece dâhil etmektir. Hizbullah ve Hamas’ın siyasal sürece dâhil edilmesi önemli bir dönüşüm geçirmelerine neden olacaktır. Bu sayede toplumsal sorumluluk algılamaları artacak ve toplumun tümüne yönelik daha geniş kapsamlı düşünmelerine neden olacaktır. Bu açıdan Hamas ve Hizbullah’a baskı uygulamak yerine onları siyasi sürece dahil etmenin istikrar açısından daha olumlu katkısı olacaktır. Hizbullah ve Hamas bir direniş örgütünden evrilerek siyasal ve sosyal aktörler haline geldiler. Hizbullah ve Hamas, siyasi, askeri ve dini faaliyetlerinin yanı sıra iktisadi kalkınma, altyapı ve sosyal kalkınma konularında da çalışmaktadır. Özellikle Hizbullah’ın toplumsal meşruiyetini artıran faktörlerin başında bu faaliyetleri gelmektedir. Hizbullah’ın sadece savaşan bir milis gücü haline gelmesi İsrail’in işine gelecek bir gelişmedir. Ortadoğu’da geniş kapsamlı bir barış ortamı oluşturulmadan bu tarz milis organizasyonların tasfiye edilmesini beklemek gerçekçi değildir. Devlet yapılarının zaaf gösterdiği ortamlarda bu tarz organizasyonlar ön plana çıkacaktır. Siyasetin Yeni Dili: Etnik, Dinsel ve Mezhepsel Ayrımlar Şii-Sünni siyaseti ayrımı ve bu sekteryen dilin yaygınlaşması bölgede emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecektir. Daha düne kadar oryantalizmden kaynaklanan homojen Ortadoğu algısı, çıkarlar gerektirdiğinden dolayı bugün Şii/Sünni ayrımı ve etnik farklılıklar üzerinde yürütülmektedir. Bunun alternatifi bir dil geliştirmek ve etnik/ sekteryen ayrımları daha kapsayıcı bir şekilde sunacak bir tasarım oluşturmak bölgesel barışa yapılabilecek en büyük katkıdır. Ortadoğu ve İslam Dünyasının etnik, dini ve mezhepsel ayrımlar üzerinden yeniden şekillendirilmesi, planlanan yeni Ortadoğu tasarımının önemli bir unsurudur. Etnik ve mezhepsel ayrımlar üzerinden yapılacak tasarımlar bölgeye istikrar getirmeyeceği gibi bölgenin iktisadi ve siyasi kaynaklarını sömürmek isteyen güçlerin işini kolaylaştıracaktır. Ortadoğu’daki tüm etnik, dini ve mezhepsel unsurları bünyesinde barındıran Lübnan böyle bir operasyonda laboratuar vazifesi görmektedir. Lübnan’da barış ve istikrarın sağlanması Ortadoğu’nun tümü için hayatidir. Vahhabiler’in Hizbullah aleyhtarı bir söylemi dile getirmesi zamanlama açısından talihsizcedir, zira benzeri bir söylem Suudi Arabistan veya diğer rejimlerin sıkıntılı dönemlerinde karşı tarafça da dile getirilebilir. Medeniyet içi bir diyalog forumu oluşturulmasının ve temel konuların daha netlikle ve samimi bir şekilde görüşülmesinin gerekliliği ortadadır. Etnik ve sekteryen ayrımlar üzerinde yürüyen siyasete alternatif bir dil geliştirmek Ortadoğu barışına ve istikrarına yapılabilecek önemli katkılardan biri olacaktır. Bunu da öncelikle bölgenin tarihsel ve kültürel açıdan asli unsurları olan aktörler yapmak durumundadır. Türkiye’ye bu açıdan önemli roller düşmektedir. Barış İçin Ümit Var mı? Ortadoğu’da barış ve istikrarın sağlanması için belki de en önemli adım Amerika’nın daha dengeli bir siyaset benimsemesi olur. ABD, İsrail Lübnan gerginliği boyunca ateşkes çağrılarına engel oldu ve süreç içerisinde İsrail’e mühimmat sevkıyatını hızlandırdı. Amerika’nın barış konusunda samimi bir tavır takınması diğer aktörleri de olumlu yönde harekete geçirebilir. Özellikle İran nükleer sorununun diplomatik bir sürece girmesi bölgedeki gerginliği biraz olsun azaltacaktır. Lübnan krizinde BM’nin almış olduğu 1701 no’lu karar ciddiyetle değerlendirilmeli, aynı zamanda daha önce alınan BM kararlarına da sadık kalınmalıdır. Uluslararası anlaşmazlıkların çözümlenmesi için halen BM’nin alternatifi olabilecek bir platform yoktur, bu açıdan BM yıpratılmamalıdır. Hamas’ın İsrail tarafından bir siyasi aktör olarak kabul görmesi, Hamas’ın normalleşmesine katkıda bulunacaktır. Hamas’ın marjinalize edilmesi hem İsrail açısından, hem de Filistin açısından riskleri artıracaktır. Bu konuda karşılıklı jestler gerginliği azaltabilir. Aynı şekilde Hizbullah da bölgenin göz ardı edilemeyecek bir aktörüdür ve tamamen ortadan kaldırmayacak darbeler Hizbullah’ı güçlendirecektir. Bir direniş örgütü olarak kalan Hizbullah İsrail açısından daha büyük bir tehdittir. Hizbullah, İran’ın güdümünden ayrılıp Lübnan’ın çıkarları doğrultusunda hareket ederse, bunun Hizbullah’ın meşruiyeti açısından da olumlu katkıları olacaktır. Hizbullah’ı daha mâkul bir noktaya çekmek yalnızca BM kararları ile olamaz. Bu konuda İsrail ve ABD’nin de adım atması gerekmektedir. İran’da yaşanabilecek bir nükleer gerginlik de Hizbullah’ı İsrail ve ABD aleyhinde harekete geçirecektir. Şii-Sünni çatışması Irak’ta da istikrarın sağlanmasını engelleyen önemli bir sorundur, çatışmanın Ortadoğu’nun bütününe yayılması Ortadoğu’da istikrara vurulabilecek en önemli darbelerden biridir. Hizbullah ile birlikte Şiiliğin bir direniş ideolojisi haline gelerek İslam dünyasında popülerleşmeye başlaması bölgedeki diğer rejimleri de sarsabilir. Bu konu bölge ülkeleri tarafından ciddiyetle ele alınmalı ve İslam ülkelerinin kendi siyasal ve toplumsal aktörleri arasındaki diyalog geliştirilmelidir. Yangının kontrol edilebilmesi için farklı taktikler gerekmekte; ama Ortadoğu’daki yangının tamamen söndürülebilmesi için çok daha geniş kapsamlı bir müdahale gerekmektedir. BM Tarafından kabul edilen tasarıya göre Güney Lübnan’a 15000 barış gücü askeri konuşlandırılması öngörülmekte. Bu çerçevede barış gücüne katkıda bulunmak Türkiye’nin de gündeminde. Bu konu Türk kamuoyunu önümüzdeki dönemde meşgul edecek gibi. Şu anki görünümüyle BM’nin Lübnan konusundaki 1701 nolu kararının ne ölçüde istikrar getireceği belirsizdir. Türkiye’nin Ortadoğu’da oynayacağı rol İsrail’in güvenliğini sağlamanın ötesinde olmalıdır. Türkiye Lübnan’da insani yardım ve altyapı inşası konusunda aktif olarak yer almalıdır, hatta böyle bir misyon saldırıdan ağır yara alan Lübnan ve Filistin halklarına moral olacaktır. Ancak İsrail’in Türk askerleri tarafından korunuyor olduğu yaftası dahi Türkiye’nin bölgedeki tarihsel ve kültürel derinliğini ve sermayesini önemli ölçüde azaltabilir.Lübnan Fırtınası Dinerken Geride Kalanlar
Mavi emzikli bebek cesedi, yıkık binalar, Nasrallah posterleri, Arap ülkelerinde öfkeli kalabalıklar, Condi Rice’ın yapay gülümseyişi, Arap Birliği'nin ölüm sessizliği, Türk basınında İsrailci köşe yazarlarının küstah tavırları ve İsrail’in uluslararası kamuoyunu hiçe sayan hâli; Lübnan fırtınası dindiğinde muhayyilemizde kalan kareler olarak kayda geçecek. Her krizin kaybedenleri ve kazananları olacağı gibi krizlerde yıldızı parlayan veya güvenilirliğini yitiren liderler ve kurumlar olur. Krizler âdeta turnusol kağıdı gibidir; gizli hesapları ve bilinçaltındaki karanlık düşünceleri ortaya çıkarır, biriken negatif enerji açığa çıkar ve yıkımın ardından bazı hesaplar yeniden gözden geçirilir
Paylaş
Etiketler »
İlgili Yazılar