13 Nisan gecesi İran’ın İsrail’e saldırısı bölgesel ve küresel dinamikleri doğrudan etkileme potansiyeli bakımından dünya genelinde çok geniş bir yankı uyandırdı. On yıllardır söylem düzeyinde ya da vekiller üzerinden yürütülen kontrollü düşmanlığın son günlerde cereyan eden gelişmeler nedeniyle büyük bir savaşa evrilme ihtimali, mevcut statükonun sarsılması ve dengelerin değişmesi anlamına geleceğinden uluslararası alanda ciddi bir tedirginliğe yol açtı. Tahran-Tel Aviv hattındaki karşılıklı restleşmelerin sıklığı ve bu durumun sıradanlaşması, her iki tarafın da büyük bir savaşı göze alamayacağı ve kendi kamuoylarını konsolide etmek adına sert söylemlere dayanan bir strateji benimsendiği algısını oluşturmuştu. Bu algıdan ötürü savaşın uzak olasılık kabilinden değerlendirildiği bir ortamda, İsrail’in Şam’daki İran misyon temsilciliğini hedef alması ve akabinde de İran’ın saldırısı yılların aşina olunan davranış biçiminin bu süreçte nasıl şekilleneceği ve tarafların gerilimi ne düzeye kadar tırmandıracağına dair esaslı ve bir o kadar da önemli soruları gündeme taşıdı. İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında yıllardır izlediği agresif genişleme siyasetinin yanında Tahran yönetiminin de İslam Devrimi sonrasında hayata geçirdiği bölgesel yayılma ve nüfuz hamlesi, tarafların düşmanlıktan beslendiği ama aynı zamanda örtülü bir centilmenlik anlaşması ile birbirlerinin sınırlarına mümkün mertebe riayet ettiği bir vasatı meydana getirdi. 2006 Hizbullah-İsrail Savaşı, Tahran yönetiminin Gazze direnişine sağladığı askeri teknoloji desteği ve diğer vekillerin bölgedeki düşük yoğunluklu eylemleri, İran’ın İsrail karşıtlığı üzerinden Müslüman dünyada kendine meşru alan oluşturma arzusunun bir yansımasıydı. Benzer şekilde Tel Aviv’in İran’ı mutlak kötü şeklinde tasvir etmesi ve bunun özellikle de ABD, İngiltere ve Almanya gibi önde gelen Batılı devletler nezdinde kabul görmesi, İsrail için uluslararası hukuk ve insancıl hukuka aykırı tüm fiillerinin görmezden gelindiği bir gerçekliğin oluşmasına imkan tanıdı.
Çatışan Dini Siyasallıklar
İran ve İsrail arasındaki çatışmanın oluşturduğu illüzyon, meselenin sarih bir şekilde analiz edilmesine izin vermemektedir. İslam Devrimi’nin ardından İran’ın “büyük şeytan” ve “küçük şeytan”a karşı yürüttüğü strateji ve bunun üzerine bina edilen “direniş ekseni” söylemi, Tahran yönetiminin kendisine manevra alanı oluşturması ve bölgede nüfuzunu artırması için işlevsel bir araca dönüşmüştür. İsrail ise dini referanslarla bezeli işgal ve genişleme siyasetinde İran karşıtlığını, elini kuvvetlendiren ve Batı dünyasından mutlak destek almasına olanak tanıyan ana argüman olarak kullanmıştır. Bu minvalde İran-İsrail çatışmasının kodlarını her iki devletin siyasal düzen tasavvurları üzerinden okumak daha doğru olacaktır. İran ve İsrail, ulus devlet refleksi oldukça güçlü ve siyasal sistemin felsefesinin kutsala atıfla şekillendiği ülkelerdir. Şii ve Siyonist Yahudi siyasallıkları her iki devletin küresel siyaset yaklaşımını doğrudan şekillendirdiği gibi aynı zamanda özgün düzen tasavvuru ile toplumlarına alternatif bir gelecek ve mutlak kurtuluş öğretisini aşılamaktadır. Gelmesi beklenen bir gün ve figürle tüm yerküre üzerinde kurulacak hakimiyet inancı, İran ve İsrail’de devlet ve toplum yapısını doğrudan şekillendirmekte ve tüm stratejiler bu yolla egemenliğin mutlak surette kendilerinde olacağı bir zemin üzerinde geliştirilmektedir. Bugüne kadar iki ülke arasındaki gerilimin söylemsel karakteri ve ortaya koyulan pratikler çatışan iki siyasallığın dengeleyici mücadelesini işaret etmektedir. Uluslararası ilişkilerin seküler yapısı, dinin dışarıda tutulduğu ve Tanrısal egemenlik anlayışının göz ardı edildiği bir temel üzerine inşa edildi. Yüzyıllar boyunca kutsalın dışarıda tutulduğu ya da dinin belirleyici fonksiyonunun görmezden gelindiği Vestfalya düzeni miti Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte büyük bir dönüşüm geçirmeye başladı. Aslında modern dönemde her ne kadar din, uluslararası ilişkilerin dışında gibi lanse edilse de hakikatte dini metin ve referansların toplumlar ve devletler üzerindeki etkisi hafife alınamayacak düzeyde belirgindi. 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da yaşanan siyasi, iktisadi, felsefi ve içtimai dönüşümün etkisi ve sonrasında Avrupa’nın küresel siyasette gerileyerek ana ekseninin ABD’ye kayması, Katolik siyasallığın küresel alanda mevzi kaybetmesini ve din-siyaset ilişkisinde dinin baskın karakterinin ortadan kalktığı yönünde bir inanışı beraberinde getirdi. Halbuki her iki dünya savaşı sonrasında oluşan statükoda Protestan ve Yahudi siyasallıklarının yükseldiği bir düzen oluştu. Benzer şekilde İslamcı hareketlerin tezahürü olarak Sünni siyasallık ivme kazanırken Ayetullah Humeyni’nin öncülüğünde Şii siyasallığı da yeni bir forma bürünerek kendi düzen tasavvurunu ortaya koydu. Uluslararası ilişkilerin doğasındaki dönüşüm ve dinin küresel sistemde yeniden konumlanması İran-İsrail çatışmasının mahiyeti ve seyrine yeni bir boyut kattı. Her iki devletin eskatolojik okuması ve beslendiği kaynaklar, uzun yıllardır müşahede edilen çatışmanın özünü oluşturmaktadır. İbrahimi dinler geleneğinde Kudüs merkezli gelecek ve mutlak düzen tasavvurunun belirleyici oluşu, İran ve İsrail arasındaki gerilimin tetiklenmesine kaynaklık etmektedir. Siyonist Yahudiler ve “Beklenen İmam”ın ortaya çıkışıyla dünya hakimiyetini elde edeceğini düşünen “On İki İmam” inancını benimseyen Şiilerin hedefleri, Kudüs üzerinde tam bir egemenlik tesis etmektir. Kutsal amaca ulaşmanın yolunun Kudüs’ten geçmesi, İran ve İsrail arasında eninde sonunda gerçekleşecek bir savaşı kendi siyasal tasavvurları bakımından zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte iki ülkenin bugüne kadar doğrudan temastan kaçınması ise tartışmanın ana sütununu oluşturmaktadır. İki ontolojik düşmanın akaidi sorumluluklara rağmen savaştan imtina etmesi, bölge siyasetinin dinamikleri ve uluslararası alandaki diğer siyasallıkların pozisyonuyla da doğrudan alakalıdır.
İran’ın Saldırısı ve Çatışmanın Geleceği
Son iki haftada yaşanan gelişmelere bakıldığında 1979’dan bu yana tarafların inşa ettiği konforlu alanın ciddi bir sarsıntı yaşadığı ve bunun mevcut durumu altüst edecek bir zemine kayabilme potansiyeli dikkatlerden kaçmamaktadır. Bugüne kadar İran ve İsrail’in temel stratejisi, dolaylı araç ve yöntemlerle birbirlerine zarar vermek üzerine kurgulandı. İki düşman siyasallığın karşı karşıya gelmeye yönelik bir irade ortaya koymaması, olası bir savaşın neticesinde ortak düşmanın yani “sahih Sünni siyasallığın” oluşacak boşluğu doldurması ve önce bölgesel sonra küresel hakimiyeti tesis yolunda kalıcı ve yapısal adımlar atması kaygısından kaynaklanmaktaydı. Devletlerin karar alma süreçlerinde dini referansların merkezi bir yer işgal etmesi ise uluslararası ilişkilerde aşina olunan rasyonel hesaplama ve siyaset üretme mekanizmalarının büyük oranda devre dışı kalması anlamına gelmektedir. İran’ın ürettiği “direniş ekseni” söyleminin kendi düzen tasavvuru etrafında şekillenmesi ve ancak o düzeni kabul eden yapıların bu eksenin bir parçası olabilmesi ya da İsrailli yetkililerin kutsal metinlere atıfla Gazze’deki soykırımı meşrulaştırmaya ve savaşın alanını genişletmeye çalışması değişen rasyonelliğin en somut göstergeleridir. Çatışan dini siyasallığın ortak düşman nedeniyle mümkün mertebe düşük düzeyde seyrettiği bir vasatta İran’ın İsrail’e saldırısı, çoğu kimse tarafından siyasal ve teolojik gerçeklikten kopuk bir şekilde değerlendirildi. İran’ın bu saldırı ile ümmetçi bir refleksle inisiyatif aldığını iddia edenlerin yanında bu saldırının bir tiyatro gösterisinden farkının olmadığı ve iki devlet arasında “danışıklı dövüş” sergilendiği dillendirildi. İran gibi ulusal kimliği çok baskın ve ulusal çıkarları için her türlü manevrayı yapmaktan imtina etmeyecek bir devletten, Gazze’yi korumak ya da Kudüs’ü özgürleştirmek için İsrail’e bir saldırı düzenlediği ifade etmek açıkçası mesnetsiz ve oldukça hamasi bir yaklaşımdır. Buna mukabil bu saldırının siyasi, stratejik, ekonomik ve psikolojik sonuçlarını dikkate almadan ya da mesaj içeren dahi olsa İran tarafından yapılan doğrudan bir saldırının İsrail toplumunda nasıl bir travmaya yol açabileceğini hesaba katmadan yapılan analizler de zayıf, temelsiz ve gelecek projeksiyonundan yoksun kalacaktır. Elbette iki devlet arasında danışıklı dövüş argümanını kuvvetlendirecek birçok örnek bulmak mümkündür. Bununla birlikte altı çizilmesi gereken husus bu danışıklı dövüş denen olgunun dostane bir karakterden ziyade hasmane niteliğidir. Ontolojik düşmanların birbirlerini test eden, tolere eden yaklaşımları ortak düşmanın mevzi kazanmasını engellemekle doğrudan ilişkilidir. Müslüman dünyada İslami hareketlere yönelik baskılar nedeniyle bu yapıların zayıflaması, etki alanı kaybetmesi ve özgün bir tasavvur geliştirmekten uzak düşmesi, İran’ın Şii siyasallığı üzerinden etki alanını artırmasını hızlandırmıştır. Özellikle 11 Eylül saldırılarının yansımaları ve Arap ayaklanmaları sonrasında otoriterleşme temayüllerinin yeniden artmasıyla İran yayılmacılığının ivmelenmesi, tam da Sünni siyasal hareketlerin zayıfladığı bir ortamda gerçekleşmiştir. Ayrıca Arap dünyası ile İsrail arasındaki normalleşme adımları da Siyonist siyasallığa tehdit oluşturacak yapıların elimine edilmesi demektir. Yıllardır bölgedeki ana akım gelişmelerden ötürü birbirlerinin alanına girmemeye azami dikkat eden iki devletin, son günlerde çatışmayı göze alabilme emarelerini göstermesi, bölgede İran ile İsrail arasında bir savaş için uygun koşulların yavaş yavaş oluşmaya başladığının habercisi niteliğindedir. Benimsedikleri itikadi anlayışın farklı düzen tasavvurlarının düşmanlaştırdığı bu iki aktör ortak düşmanın varlık gösteremeyeceğini anladıkları an karşı karşıya gelecektir. Son tahlilde her iki devletin gelecek perspektifinin bu şekilde biçimlendiği her daim göz önünde tutulmalı ve muhtemel bir İran-İsrail savaşının iki ulus devlet arasındaki mücadeleden ziyade küresel teopolitik kodları değiştirme potansiyelini bünyesinde barındıran bir gelişme olacağı unutulmamalıdır.