Türkiye’de ekonomi yönetiminden sorumlu kurumların genelde soÄŸuk, sıkıcı ve teknokratik bir kamusal imajları vardır. Hem bu imaj meselesi, hem de kullandıkları aÄŸdalı ve teknik dil dolayısıyla derin ekonomik kriz dönemleri hariç, kamuoyundaki hararetli tartışmalarda gündem olmayı çoÄŸu zaman baÅŸaramazlar. Ancak özellikle Gezi sürecinden bu yana içinden geçtiÄŸimiz çalkantılı süreç, temel ekonomik göstergelerde yaÅŸanan ani iniÅŸ-çıkışlar ve CumhurbaÅŸkanı Recep Tayyip ErdoÄŸan’ın geciken faiz indirimlerine dair sert eleÅŸtirileri Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nı (TCMB) kaçınılmaz bir ÅŸekilde gündemin baÅŸköÅŸesine oturttu.
Merkez Bankası üzerine bu kadar yoÄŸun yazılıp çizilen, popüler analiz yapılan bir dönem az bulunur. Peki, popüler tartışmaların biraz üzerine çıkarak Türkiye’nin son dönemdeki merkez bankacılığı performansını küresel baÄŸlamda nasıl deÄŸerlendirebiliriz? Faiz, enflasyon ve ekonomik büyüme arasındaki sofistike iliÅŸki Türkiye özelinde nasıl iÅŸliyor? TCMB faiz indirimleri noktasında neden fazla temkinli bir yaklaşım izliyor? Sorun Merkez Bankası kanununda mı, yoksa yönetim anlayışında mı? Yükselen ekonomilerdeki geliÅŸmeler ışığında Türkiye’de merkez bankacılığının reforme edilmesi mümkün olabilir mi? Bu yazıda çok kısa tarihsel ve kuramsal deÄŸiniler yaparak yukarıdaki sorulara cevap arıyor olacağız.
Finansal piyasaların artan bir hızla küreselleÅŸmeleri, hem küresel yönetiÅŸim hem de ulusal ekonomi otoritelerinin yeniden yapılandırılmaları anlamında yeni dengeler ve ihtiyaçlar ortaya çıkardı. Açık ve liberal ekonomik sistemlerin birbirleriyle etkileÅŸmesi ekonomik büyüme, faiz, kur oranları ve enflasyon gibi faktörleri, ülkeleri birbirinden izole ederek tahlil etmeyi zorlaÅŸtırdı. Bu baÄŸlamda finansal küreselleÅŸme dalgalarını ulusal planda regüle edecek yapılar olarak tasarlanan özerk denetim kurulları (bizdeki BDDK, SPK, TMSF) ile bağımsız merkez bankaları 1990’lı yıllardan itibaren baÅŸat karar alma yapıları olarak ortaya çıktılar.
Uluslararası borç krizi sonrasında küresel ekonomik yönetiÅŸim yapılarının reforme edilmesini öngören ve “Washington Mutabakatı” olarak bilinen ilk dalga neoliberal yaklaşım, daha ziyade devletin küçültülmesi, özelleÅŸtirme ve deregülasyon üzerinden negatif bir kurumsal reform perspektifi çizmiÅŸti. Oysa özellikle DoÄŸu Asya’daki güçlü devlet mekanizmalarının da etkisiyle revize edilen ve “Post-Washington Mutabakatı” olarak bilinen ikinci dalga neoliberal yaklaşım, baÅŸta finansal denetim kurulları ve bağımsız merkez bankaları olmak üzere finansal krizleri önleyecek kamusal mekanizmaların güçlendirilmesi üzerinden pozitif bir reform gündemini ortaya çıkardı. Bu yeni yönetiÅŸim paradigması 1990’lı yıllarda geliÅŸmekte olan dünyadaki ardışık finansal krizleri takiben, IMF-Dünya Bankası destekli istikrar programlarıyla yaygınlaÅŸtırıldı. Türkiye de 2000-2001 krizlerinden sonra Kemal DerviÅŸ liderliÄŸinde hazırlanan “Güçlü Ekonomiye GeçiÅŸ Programı” ile ikinci dalga neoliberal kurumsal reform ajandasını izleyen ülkeler grubuna katıldı.
SADECE "FÄ°YAT Ä°STÄ°KRARI" YETERLÄ° MÄ°?
Bu ajandanın TCMB açısından en önemli yansımaları güçlü merkez bankasının bağımsızlığının benimsenmesi, enflasyon hedeflemesi (EH) önceliÄŸinin temel politika hedefi haline gelmesi ve kısa vadeli faiz oranlarındaki deÄŸiÅŸimlere dayalı bir para politikası yaklaşımının kurumsallaÅŸmasıydı. Bunlardan ilki, merkez bankasının araçsal, finansal ve kurumsal açılardan bağımsız olmasını; ancak makroekonomik politikaların genel çerçevesinin hükümet ile uyum içinde belirlenmesini ifade ediyordu. Ä°kincisi, makroekonomik istikrar açısından hayati görülen fiyat istikrarı ve enflasyon ile mücadelenin (diÄŸer geliÅŸmekte olan ülkelerde olduÄŸu gibi) para politikasının temel hedefi olarak benimsenmesi anlamına geliyordu. Üçüncüsü ise kısa vadeli faiz oranları gibi dolaylı finansal araçların kullanımına dayalı ortodoks neoliberal bir politika çerçevesini ifade ediyordu. 2000’li yılların başında Merkez Bankası Kanunu yeniden yazılırken “fiyat istikrarı” hedefinin yanına temel bir hedef olarak “istihdam” hedefinin de eklenmesi de ciddi olarak tartışıldı. Ancak zamanın olaÄŸanüstü ÅŸartlarının da etkisiyle Amerikan Merkez Bankası (FED) dâhil, birçok önde gelen merkez bankasınca baÅŸarıyla uygulanan ve “ikili yetki” (dual mandate) olarak bilinen yaklaşım hayata geçirilemedi.
Takip eden dönemde AK Parti hükümetleri merkez bankasının bağımsız yapısını ve neoliberal ilkelere uygun inÅŸa edilen orijinal kurumsal mimarisini aynen korudular. Hatta kurumun kredibilitesinin arttırılması ve piyasa aktörlerine güven verilmesi için bu noktada Türkiye’ye benzer yükselen piyasa ekonomilerine kıyasla oldukça temkinli davranıldı ve merkez bankacılığı modelinde yeni denemelerden ve bağımsızlığa müdahale gibi algılanabilecek adımların atılmasından özenle kaçınıldı. 2003-2008 arasında geçen beÅŸ yıllık dönem, Türkiye ekonomisinin küresel piyasalardaki likidite bolluÄŸundan da yararlanarak hızlı büyüme ivmesi yakaladığı ve TCMB’nin görece baÅŸarılı bir kurumsal performans gösterdiÄŸi bir dönemdi. 2008-2009 yıllarında küresel ekonomik krizin etkileri atlatıldıktan sonra da hızlı bir büyüme performansı yakalandı ve 2013 yılına gelindiÄŸinde faizler aÅŸağı yönlü tarihsel bir rekor kırarak % 4,6’yı gördü. Ancak Gezi olayları ve sonrasında yaÅŸanan istikrarsızlaÅŸtırma süreci Türkiye’deki siyasal kurumlar için olduÄŸu kadar ekonomik kurumlar için de ciddi bir imtihan dönemi oldu. Uluslararası derecelendirme kuruluÅŸlarının aceleyle ülke risk primini artırıp kredi notlarının düÅŸürdükleri bir ortamda enflasyon ve faizler üzerinde yukarı yönlü büyük baskı oluÅŸtu. Açıkçası TCMB bu süreçte panikledi ve çeliÅŸkili adımlarla kurumsal imajına zarar verdi. Özellikle 17-25 Aralık operasyonlarının takiben 28 Ocak 2014’te faizlerin bir gecede % 5.5 birden artırılması kararı (ki Türkiye gibi ülkelerde faizlerin artırılması kolay, indirilmesi ise zordur) ve TCMB BaÅŸkanı’nın iyi niyetle de olsa, faiz ve kur seviyeleri hakkında tutarsız tahminlerde bulunması kurumsal kredibiliteyi zedeleyen adımlar olarak algılandı.
Bu çerçevede CumhurbaÅŸkanı ErdoÄŸan da gerek 30 Mart Yerel Seçimleri, gerekse 10 AÄŸustos CumhurbaÅŸkanlığı seçimlerinden sonra ülkede siyasi risklerin ortadan kalktığını vurgulayarak ısrarla TCMB’den faiz indirimi talep etti. Ancak daha önce faiz arttırma konusunda oldukça cesur davranan Banka yönetimi, FED’in faiz arttırma kararının da yaklaÅŸtığı düÅŸüncesiyle yüksek faiz, yüksek reel getiri, aşırı deÄŸerli kur ve sıkı para politikasına dayalı pozisyonlarında bir deÄŸiÅŸikliÄŸe gidemedi. Sonuçta reel sektör ve KOBÄ°’lerin sorunlarını yakından takip eden CumhurbaÅŸkanı ErdoÄŸan’ın TCMB yönetimine yönelik eleÅŸtirileri, ekonomideki büyüme ivmesindeki zayıflamaya koÅŸut olarak giderek sertleÅŸti. ErdoÄŸan eleÅŸtirilerinde kritik bir konu olarak düÅŸük faiz, düÅŸük enflasyon ve yüksek büyüme arasındaki iliÅŸkiyi ısrarla vurguladı.
KALKINMACI MERKEZ BANKACILIÄžI
Özellikle enflasyon konusunda talep ve arz noktasındaki parametrelere dayalı iki farklı tür enflasyondan söz edilebilir. Talep enflasyonu, ekonomik bir yapıdaki toplam talebin üretilen mal ve hizmetlerden daha fazla olması sebebiyle fiyat seviyesinin yükselmesini ifade eder. DiÄŸer bir deyiÅŸle, talep enflasyonu ekonomideki üretim açığının bir sonucu olarak ortaya çıkar ve Türkiye’de tüketime dayalı yüksek büyüme dönemlerinde sıkça görülür. Arz enflasyonu ise üretim faktörleri ile (ücret, faiz) ilgili maliyetlerin ve enerji/hammadde maliyetlerinin artması sonucu fiyat seviyesinin yükselmesini ifade eder. Türkiye’nin günümüzdeki ekonomik yapısına bakıldığında özellikle enerjide (petrol/doÄŸalgaz) ve üretimdeki ara malların temininde büyük oranda dışa bağımlı olunması, bu kalemlerdeki küresel fiyat artışlarını ülkeye transfer ederek enflasyonu körüklemekte. Hâlihazırda iç tüketime dayalı bir hızlı büyüme dönemi yaÅŸanmadığı için ise talep enflasyonundan söz etmek pek mümkün deÄŸil. Bu baÄŸlamda TCMB’nin doÄŸru bir zamanlama ile yapacağı faiz indirimlerinin arz tarafındaki maliyet baskılarını azaltarak üretim ve yatırımları hızlandıracağı ve ekonomik büyümeyi destekleyeceÄŸi varsayılabilir. Dolayısıyla içinden geçtiÄŸimiz konjonktürde CumhurbaÅŸkanı ErdoÄŸan’ın faiz indirimleri ile büyüme ve arz temelli enflasyon düÅŸüÅŸü arasında kurduÄŸu mantıksal iliÅŸki gayet doÄŸru.
DiÄŸer taraftan TCMB’nin faiz artırımlarında olduÄŸu gibi faiz indirimlerinde de “zamanlama” (timing) tercihlerini doÄŸru ve cesur biçimde yapması çok önemli. Zira arz enflasyonunun önemli bir unsuru olan petrol fiyatları düÅŸük seyrederken ve dolar kuru henüz yükselmeden beklenen faiz indirimleri yapılabilseydi, büyüme etkisi geçen aylarda zaten gerçekleÅŸmiÅŸ olacak ve enflasyonu aÅŸağıya çekecekti. Ancak enflasyon hedeflemesine takılıp kalan “neoliberal temkinli duruÅŸ”, hem düÅŸük petrol fiyatlarının saÄŸladığı fırsatla büyüme ivmesinin onarılmasını engelledi; hem de küresel dolar kurunda yaÅŸanan hızlı yükseliÅŸ yüzünden eldeki bir politika aracı daha kaybedilmiÅŸ oldu. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde TCMB’nın yasal çerçevesinin ve yönetim anlayışının büyüme, istihdam ve sosyal kalkınma önceliklerini dikkate alacak ÅŸekilde reforme edilmesi ve yükselen piyasalarda güç kazanan “kalkınmacı merkez bankacılığı” trendinin kaçırılmaması elzem. Ekonomi yönetiminde sadece merkez bankacılığı çerçevesi reforme edilerek hızlı büyüme ve kalkınma ivmesini yakalamak belki mümkün deÄŸil ve daha kapsamlı kurumsal reformlar da gerekli. Ama tüm sistemin kalbinde yer alan “pilot” bir kurum olması dolayısıyla TCMB kurumsal reform için iyi bir baÅŸlangıç noktası olabilir.
[Al Jazeera, 24 Åžubat 2015]