Türk siyasetinin inişli çıkışlı yollarını aşındırmaya devam ediyoruz. Bunca gerilimle yüz yüze kalmak, korku ve tehdit algısı üzerine kurulu bu siyaset ortamını teneffüs etmek zorunda olmak hazmedilebilir türden bir durum değil. Fakat yine de bize düşen, anlamak. Hazmedememek, duyarsızlığı getirmemeli; meselenin aslını esasını anlamaya çalışmalı. Bir durumun aslını esasını ortaya koymak, tarihin kıvrımlarına doğru yol almayı gerektirir. Zira tarih dışında, tekil oluşumların, birbirinden bağımsız süreçlerin içerisinde eridiği kültür potasını resmedebileceğimiz bir başka güzergah yok. Norbert Elias’ın da dediği gibi sosyal hayata dair sahici bir tasavvur geliştirememenin başlıca nedeni, “süreçleri durumlara indirgeme” yanlışına düşülmesidir.
Yapıların mutlaklığı değil, zaman içerisinde şekillenmeye devam eden gerçeklikleri esas alınarak önümüz aydınlanabilir. Tarihsel süreç, toplumsal ve siyasal gerçekliği anlamanın temel şartıdır.Bu ay, tarihçi, siyaset bilimci Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya ile siyasi kültürümüzün oluştuğu tarihsel süreç üzerine bir söyleşi yaptık ve modern Türk siyasi kültürünün temel problemlerini, kurucu unsurlarını ve tehdit algılamalarını konuştuk. Çetinsaya, İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. Osmanlı ve modern Türkiye tarihi, Osmanlı ve modern Türk siyasî düşüncesi, Ortadoğu tarihi ve politikası ile Türk dış politikası alanlarında başarılı çalışmalara imza atan Çetinsaya’nın son olarak The Ottoman Administration of Iraq 1890-1908 isimli eseri Routledge Yayınları arasından çıktı.
İki yüzyıllık modern Türk siyasi hayatının herhalde en bariz özelliklerinden bir tanesi, müzakere ve çıkarlar buluşması etrafında değil, gerilimler ve çıkar çatışmaları etrafında cereyan ediyor oluşu. Bu gerilim yalın bir okumayla bir iktidar çekişmesi olarak ortaya konabilir. Ne var ki bu gerilimin ürettiği bir siyasi kültür var karşımızda. Bu kültürü nasıl anlayacağız? Açıkçası ben son iki yüz yıllık Türk siyasi hayatına baktığımda üç temel faktörün olan biteni anlamamıza yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Bu üç faktör, bana göre siyasi hayatımızın son iki yüz yılına damgasını vurur, siyasetin gidişatına derinden etki eder nitelikte. Bir tanesi, özellikle dış politikada karşımıza çıktığı şekliyle, Rusya ve daha sonraki adıyla Sovyetler Birliği faktörü. Rusya’nın 18. yüzyılın sonlarında bir büyük güç olarak, Avrasya coğrafyasında Osmanlı aleyhine genişlemeye başlaması ve Osmanlı üzerinde askerî ve stratejik açıdan tehdit oluşturması son derece önemli bir faktördür. 18. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın sonuna kadarki döneme baktığımızda çok bariz bir şekilde Türkiye’nin dış ve iç politikasını belirleyen temel faktörlerden bir tanesinin bu olduğunu görüyoruz. Unutmayalım ki Kırım Harbi dışında -ki Kırım Harbi’nde de İngiltere ve Fransa ile müttefiktik- Rus ordularını yendiğimiz bir savaş yok. Bu tehdit bizi Batı kampına iten en somut durum olageldi. Aynı durum, Soğuk Savaş yıllarında da geçerliliğini korudu. Rus tehdidi bu yönüyle bütün dış politikamızı ve gerektiği yerde de iç politikamızı belirledi. İkinci faktör, son iki yüz yıllık dönemde önce Osmanlı’daki gayrimüslimler arasında başlayan daha sonra Müslüman unsurlara da sirayet eden milliyetçilik ve bunu takip eden ayrılıkçılık eğilimleridir. Bütün T