Son günlerde yaşanan Trump-Putin telefon görüşmesi, Erdoğan-Putin görüşmesi ve Astana-4 toplantısı Suriye sorununda bir hareketliliğe neden oldu. Türkiye, Rusya ve İran’ın garantör olarak imzaladığı bir mutabakata göre, İdlib vilayetinin tamamını, Halep, Hama, Humus, Lazkiye, Dera ve Kuneytra vilayetlerinin bazı bölgeleri ile Şam’ın Doğu Guta bölgesini kapsayan “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturulması kararlaştırıldı.
Böylece daha önce bu üç ülkenin garantörlüğünde imzalanan, ancak özellikle Suriye rejim güçleri tarafından sık sık ihlal edilen ateşkesin güçlendirilmesi sağlanmış olacak. Bazı çevreler bu çatışmasızlık bölgelerinin Suriye’nin fiilî bölünmüşlüğünü kalıcı hâle getireceğini ve Bosna benzeri bir kalıcı bölünmüşlük durumu ortaya çıkaracağını ileri sürüyorlar. Ancak Suriye’de statükodan memnun olmayan aktörlerin varlığını dikkate alırsak, mevcut durumun kalıcı hâle gelmesi zor görünüyor.
Statükoya razı olmayacakların başında ABD-İsrail ekseni geliyor.
Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın yeni sözcüsü Heather Nauert’in açıklamasının satır aralarında bu hoşnutsuzluk açıkça görülüyor. Her ne kadar bu açıklamada, “Türkiye ve Rusya’nın bu anlaşma için ortaya koydukları çabaları takdirle karşılıyoruz” ifadeleri yer alsa da, Washington’un İran’ın anlaşmaya dâhil olmasıyla ilgili kaygıları dile getiriliyor ve “BM önderliğinde devam eden Cenevre sürecini Suriye’de bir anlaşmaya dönük uluslararası çabaların merkezi olarak güçlü bir biçimde desteklemeye devam ediyoruz” ifadeleriyle Cenevre Süreci’nin Astana’ya tercih edildiği gösteriliyor.
Bu açıklama, Suriye konusunda son sözün Astana’da değil, ABD’nin daha etkin bir pozisyonda olacağı Cenevre’de söyleneceğini gösteriyor. Amerikan yönetiminin Suriye’de istemediği düzeni bozacak gücü olduğu düşünülürse Astana’da varılan anlaşmaların Suriye konusunda ancak geçici düzenlemeler olduğunu ifade etmek gerekir. Sözcü Nauert’in yukarıda değinilen açıklamasındaki “Suriye muhalefetini görüşmelere aktif bir biçimde katılmaları yönünde teşvik ettik” şeklindeki ifadeleri, Washington’un Suriyeli muhaliflerle ilişkilerini, sahadaki etkinliğini artıracak şekilde geliştirdiğine işaret ediyor.
Peki, ne istiyor Amerikalılar?
Trump’ın başkan olmasıyla birlikte ABD’nin Suriye politikasında önceliğin yeniden İsrail eksenine kaydığı görülüyor. Obama döneminde PYD-DEAŞ eksenine odaklanan Amerikan politikasında şimdi İsrail’in çıkarları doğrultusunda İran-Hizbullah ekseninin sınırlandırılması ve mümkünse Suriye’nin İran etkisinden tamamen çıkarılması ağırlık noktasını oluşturuyor.
Rusya-İran-Esad bloku karşısında yalnız kalan Türkiye’nin, Halep’tekine benzer katliamların önlenmesi ve PYD/PKK’nın kontrol ettiği alanların sınırlandırılması kaygısıyla Moskova ve Tahran ile sorunun çözümüne yönelik attığı adımların ABD-İsrail blokunu rahatsız etmesi sürpriz değil. Çünkü Washington-Tel Aviv ekseninin Rusya/İran-Türkiye hattında Suriye’ye dair arzu ettiği ilişki çatışma ilişkisiydi. Yıllardır bölge ülkelerinin ve sahada destekledikleri grupların birbirlerini yıpratması özellikle İsrail açısından olumlu bir durumdu.
İsrail açısından bakıldığında Suriye iç savaşının çok sayıda faydası vardı:
- Çatışmalarda binlerce savaşçısını kaybeden Hizbullah’ın Sünni dünyadaki imajı yerle bir oldu.
- Bir başka ezeli düşmanı olan Hamas, Suriye’yi terk etmek zorunda kaldı.
- Türkiye’nin “eksen kayması” suçlamalarına maruz kalmasına yol açacak düzeyde İran’la geliştirdiği iş birliği Suriye yüzünden yerini çatışmaya bıraktı.
- DEAŞ ve El-Kaide’nin Suriye ve Irak’taki terörist eylemleri yüzünden dünyadaki İslam ve İslamcı algısı çok büyük zarar gördü.
ABD’nin Şayrat Hava Üssü’ne saldırısını, muhaliflerle artan temasını ve İsrail’in Suriye’de artan saldırılarını bu şekilde okumak gerekir.
ABD ve İsrail’in bu tutumlarının Türkiye açısından ne anlam ifade ettiği ve Ankara’nın bu konuda nelere dikkat etmesi gerektiği ise çarşamba günü yazısının konusu olsun...
[Türkiye, 6 Mayıs 2017].