AK Parti Genel Başkanı olan Ahmet Davutoğlu ilk seçim sonuçları gelir gelmez kameraların karşısına geçmiş olsun, seçim kampanyası boyunca tek başına iktidarın Türkiye için gerekli olduğunu anlattıklarını ve seçim sonuçlarının seçmenin bu gerekliliğe ikna olmadığını gösterdiğini söylesin. Devamında AK Parti olarak milli iradeyi önceleyen bir gelenekten geldiklerini, ısrarla istemelerine rağmen seçmenin tek başına iktidar vizesi vermediğini, buna karşılık bütün siyasetlerini AK Parti ve Erdoğan karşıtlığı zemininde kurdukları muhalif ittifaka indirgeyen partilerin oyunun arttığını ve hal böyleyken milli iradenin verdiği mesajı hükümete girmeyip yeni dönemde muhalefet yapmak olarak okuduklarını kamuoyu ile paylaşsın.
Bu hayali felaket senaryosu, her şart ve durumda AK Parti’nin ülkenin yönetimine katkı sağlama zorunluluk ve sorumluluğunu gösteriyor. 1 Kasım seçimlerinde sandıktan tek başına iktidar mı yoksa koalisyon mu çıkacağı belirsizliğinin hala devam ettiği şartlarda belli olan bir gerçek varsa o da AK Parti’nin tek başına iktidar veya büyük koalisyon ortağı olarak Türkiye’yi yerel, bölgesel ve küresel bunalımlar nedeni ile seyretmekte olduğu fırtınalı denizden salim ve sakin limanlara götürme sorumluluğu taşıyacağıdır.
Göstergeleri iyi olan hiçbir siyasi sistemde herhangi bir siyasi parti alternatifsiz değildir ve dolayısı ile her siyaset bilimci henüz olmamış bir seçimin muhtemel sonuçları üzerinden bu tür çıkarımlar yapmaktan kaçınır. Konu Türkiye’nin mevcut siyasi tablosu olduğunda bu çıkarımların yapılabilmesinin nedeni, ne bir cüretkarlık ne de AK Parti’ye yüklenen aşırı anlam değil fakat özellikle siyasi ve toplumsal muhalefet tarafında pek de iç açıcı olmayan göstergelerdir.
MUHALEFET SİYASET KARŞITI
Muhalefet partileri AK Parti iktidarındaki 13 yıllık süre boyunca Türkiye’nin sorunlarının çözülmek bir yana derinleştiği ve derinleşen sorunların çözümü için AK Parti’nin iktidardan uzaklaştırılması gerektiğini savunuyorlar. CHP siyasetin ve toplumun kutuplaştığını, özgürlüklerin gerilediğini, ülkenin kan ve gözyaşına mahkum edildiğini, izlenen yanlış dış politika nedeni ile ‘Ortadoğu bataklığı’na sürüklenildiğini iddia ediyor. Kutuplaşmanın aşılması için siyasilere sorumluluk düştüğünü, özgürlüklerin arttırılması için yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğunu, kan ve gözyaşının dinmesi için çözüm sürecinin meclis çatısı altında devam etmesi gerektiğini ve pasif bir dış politika ile ‘Ortadoğu bataklığı’ndan çıkabileceğimizi söylüyor. Bunları ve diğer sorunları tespit edip, çözüm önerilerini topluma sunan seçim beyannamesini Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun ifadesi ile ‘diktatöre diz çöktüren gençlere’ itham ederek siyasilere düşen kutuplaştırıcı dilden kaçınma sorumluluğunun tersten bir örneğini sergiliyor. Anayasa görüşmelerinde takındığı tutum, oy kaybetmek pahasına Çözüm Süreci’ni devam ettirmeye çalışan AK Parti’ye bel altı vurarak teröristle pazarlık etmekle itham etmesi, konsolosluk personelinin IŞİD’in elinde rehin olduğu ve her an sıcak çatışma ihtimali olan günlerde hükümeti izlediği temkinli politika üzerinden köşeye sıkıştırmaya çalışarak ‘neden IŞİD’i açıkça kınamaktan kaçınıyorsunuz’ diye eleştirmesi CHP’nin diğer çelişkilerini oluşturuyor.
MHP ise doğuda yaşanan çatışmanın çözümü noktasında hükümetle taban tabana zıt düşünüyor. Çözüm Süreci inisiyatifinin ülkeyi çözülmenin eşiğine getirdiğini, Kürt sorunun çözümünde 90’ların güvenlikçi mantığın terkedilmemesi gerektiğini ifade ediyor. Buna karşılık 7 Haziran seçimleri bir koalisyon hükümetini zorunlu kıldığında AK Parti’yi Çözüm Süreci’ni yürüttüğü HDP ile koalisyon kurmaya hatta isterlerse yanlarına Çözüm Sürecine destek vereceğini düşündüğü CHP’yi de almaya davet ediyor.
HDP’nin çelişkisi ise çok daha büyük ve belirgin; Kürtlerin modern tarihlerinde karşılaştıkları bütün zulmün faili, Çözüm Süreci’ni baltalamak için elinden geleni yapan seküler-milliyetçi iktidar odaklarının yanında AK Parti’ye karşı kılıç kuşanıyor, Kürt sorununun ve diğer sorunların çözümü için ‘Bizler Meclise’ sloganı ile oy topladığı seçimin hemen ardından teröre yataklık ederek meclisi ve diğer bütün meşru çözüm temellerini bombalıyor.
Maalesef tablo görünenden daha karanlık; CHP bir diktatörlükte hiçbir siyasi partinin seçim beyannamesini ‘diktatöre diz çöktüren gençliğe’ ithaf edemeyeceğini bilmiyor, MHP 90’ların güvenlikçi politikalarının sorunu daha fazla derinleştireceğini görmüyor, HDP de ittifak ettiği laik-milliyetçi siyasetin fırsatını bulduğunda Kürtlere gün yüzü göstermediğini hatırlamıyor değil. Aksine CHP kutuplaştırıcı kimlik siyaseti dışında siyasi sermayesinin, MHP kan akmaya devam etmesi dışında varlık zeminin ve HDP de silah dışında bir ‘çözüm’ tahayyülünün olmadığını gayet iyi biliyor ve tam da bu noktada siyaseti kuşatıcı ve sınırlayıcı bir anti-siyaset izliyor.
SİVİL OLMAYAN MUHALEFET
Siyasi muhalefet bu haldeyken toplumsal muhalefet de varlık zemini olan sivil toplumsallığa düşman bir mecrada seyrediyor. Siyaseti kurucu bir zemin olarak kullanılabilecek sokak, sivil olmayan toplumsal muhalefet elinde şiddetin zemini haline gelmiş durumda. Türkiye’nin gördüğü belki de en büyük vandalizm ve şiddete sahne olan Gezi kalkışması demokratik muhalefet; içerisinde barındırdığı galiz küfürler ve nefret söylemi ise mizah olarak kutsanıyor. Toplumsal muhalefetin bir diğer unsuru olan medya Alman Şansölyesi Merkel’in mülteciler ve Suriye krizi gündemli Türkiye ziyaretini yalan olduğu ortaya çıkan tarihi koltuklara sonradan eklenen hilal iddiası ile değersizleştirmeye çalışırken, akademisyenler Merkel’e Türkiye’nin önerilerini kabul etmemesini ve Türkiye’ye gelmemesini yalvarırcasına rica eden mektuplar yazıyorlar.
Bir terör saldırısına verilebilecek en iyi cevaplardan birinin hayatın rutin akışını muhafaza etmek olduğu neredeyse herkes tarafından bilinirken, sendikalar ve meslek örgütleri terörü protesto etmek için ‘hayatı durduruyoruz’ temalı iş bırakma eylemleri planlıyorlar. Görünen o ki, bunlar ve benzeri tutumlar tıpkı siyasi muhalefet örneğinde olduğu gibi bilmemezlikten değil aksine bir farkındalıktan kaynaklanıyor. Bugün Türkiye’de toplumsal muhalefet görüntüsü sergileyen çevreler toplumla, onun değerleri, çıkarları ve öncelikleri ile çok az ortak noktaları olduğunu ve dolayısı ile toplumsal süreçlerin sağlıklı ilerlemesi sonucunda var olan kısıtlı varlık zeminlerini de hepten yitireceklerini biliyorlar. Medya iktidar odaklarına karşı toplumun değil topluma karşı iktidar odaklarının çıkarını savunduğunun, akademisyenler ‘aydın’ payesini hak etmediklerinin, sendikalar ise ‘emek’ kavramını dolayısı ile emeğin kendisini sömürerek istismar ettiklerinin farkındalar ve olası bir sivil toplumsal düzende var olamayacaklarını biliyorlar. Bu nedenlerdir ki hiçbir zaman sivil toplumdan taraf olmuyorlar.
AK PARTİ NE YAPMALI?
Yazının girişinde çizilen kabus senaryosu gerçek olamayacak kadar kötü olduğuna göre, siyasi ve toplumsal muhalefetin mevcut hali de ortadayken, 1 Kasım sonuçları tek başına iktidar da çıkarsa muhalefet de çıkarsa AK Parti’nin sorumluluklarında azalma yaşanmayacaktır. Çünkü AK Parti siyaset zemininin genişlemesine ve toplumsal süreçlerin olağan mecrasında işlemesine dayanan bir kitle hareketidir. Siyasetin alanının daralması ve toplumsal süreçlerinin doğal mecrasından sapması rakipleri için suni teneffüs etkisi yaparken AK Parti’nin varlık zeminini sarsmaktadır.
AK Parti hem kendisinin hem de Türkiye’nin selameti açısından 1 Kasım sonuçlarının tek başına iktidar veya koalisyon getirmesinden bağımsız olarak, siyasi ve toplumsal muhalefetin Türkiye’yi ve kendisini sürüklemeye çalıştığı savunmacı kuşatılmışlık pozisyonundan sıyrılmayı hedeflemelidir. Bu uğurda deyim yerindeyse bile bile aldanmayı göze almalıdır; kendisi aleyhine daha önceki örneklerde olduğu gibi siyasi şantaj olarak kullanılma ihtimaline rağmen diğer siyasi parti liderlerini kritik anlarda ve kritik kararların arifesinde tıpkı Ankara’da gerçekleştirilen terör eylemi ertesinde olduğu gibi görüşmeye ve ortak tutum almaya çağırmalı; toplumu asıl kutuplaştıranın ‘kutuplaşma var’ diye şikayetçi görünenler olduğunu bilse de uzlaşmacı dilden vazgeçmemeli; bütün bel altı saldırılara rağmen savunma psikolojisinden çıkmalı; terör örgütü ve uzantıları tarafından tekrar toparlanma ve çatışmaya hazırlık fırsatı olarak kullanılması durumunun tekrarına karşı azami dikkat göstererek uygun şartlar sağlandığında çatışmasızlık ortamının tesisine açık olmalı; tartışmanın bilinçli olarak esas mecrasının dışına taşınacağını bilse de Türkiye’nin yönetim sistemi sorununu gündeme getirmekten vazgeçmemelidir. Bütün bunlar bir siyasi partinin taşıyabileceğinden ağır yükler olmasına rağmen bir siyasi partiden çok daha fazlasına karşılık gelen AK Parti’nin 1 Kasım sonrası Türkiye’ye karşı sorumluluklarıdır.
[Star Açık Görüş, 24 Ekim 2015]