1. Öncelikle, Suudi Arabistan’da yeni kral Selman bin Abdülaziz’in veliaht olarak Prens Muhammed bin Naif’i ataması Suudi tarihi ve siyaseti açısından ne anlama geliyor?
Kral Selman’ın Prens Muhammed bin Naif veliaht prens olarak ataması Suudi Arabistan tarihi ve siyaseti bakımından önemli bir kırılma ifade etmektedir. Bir kere ilk defa kurucu Kral Abdülaziz’in oğullarından biri değil de bir torunu tahtın doğrudan varisi oldu. Diğer bir deyişle, ilk kez üçüncü nesil prensler tahta geçme şansını yakaladılar. Asıl önemli olan ise Veliaht Prens Mukrin bin Abdülaziz’in görevden alınmasıydı. Kral Abdullah tarafından atanan Prens Mukrin, daha geleneksel, Kral Abdullah’ın oğullarına daha yakın, ancak Suud ailesi içinde daha dışlanmış ve güçlü aile bağlarına sahip olmayan birisiydi. Prens Mukrin’in yetkilerinin elinden alınacağı daha önce de belliydi.
Mukrin’in yerine geçen ve görece çok daha genç olan Muhammed bin Naif bin Abdülaziz ise, Kral Selman’ın öz yeğeni, yani Sudeyri prenslerden biridir. Çok geniş olan Suud ailesinin en önemli kolu olan kurucu kral Abdülaziz’in ailesi de çok genişlemiş bulunmaktadır. Bundan sonraki süreçte, Sudeyri Kardeşler olarak bilinen yedi öz kardeşin çocuklarının ülke siyasetinde daha baskın olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bunun bir göstergesi olarak, Veliaht Prens dışında, İkinci Veliaht Prens’in (Kral Selman’ın oğlu Muhammed) de Sudeyri bir prens olması gösterilebilir.
2. Veliaht değişimiyle birlikte 40 yıldır görev yapan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal’ın da görevi bırakması Suudi Arabistan dış politikasını nasıl etkiler?
40 yıldır Suudi Arabistan dışişleri bakanlığını yapan Suud el-Faysal’ın görevden alınması da en az Veliaht Prens’in görevden alınması kadar önemlidir. Bir kere, Suudi tarihi boyunca sadece iki dışişleri bakanı görev yapmıştır. Birincisi, 1930-1975 yılları arasında görev yapan Kral Faysal bin Abdülaziz’dir. İkincisi de 1975-2015 yılları arasında 40 yıldır görev yapan Suud el-Faysal’dır. Baba-oğulun 85 yıllık bakanlık süreci Adil el-Cubeyr’in bakan olarak atanmasıyla son buldu. Geleneksel dış politikanın mimarı olan kişinin yerine bir kariyer diplomatı olan, ABD ile yakın ilişkiler içinde bulunan ve son 12 yıldır Washington’da büyükelçi olarak görev yapan birinin dışişleri bakanı olarak atanması önemli bir zihniyet değişikliğinin habercisidir.
Kral Selman daha iktidara gelir gelmez zaten Kral Abdullah dönemindeki en önemli iki aktörü olan Bender bin Sultan ile Halid et-Tuveyciri’yi görevden uzaklaştırmıştı. Sıkı bir Sisi yanlısı ve anti-İhvan bölgesel politika izleyen bu kişilerin yerine, daha çeşitlendirilmiş ve daha teenni ile hareket eden kişilerin göreve getirilmesinin dış politikadaki etkisi fazla olacaktır. Batıyla ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerle ilişkilerde olumlu gelişmelerin olması; dolayısıyla bölgede İhvan karşıtlığından ziyade İran karşıtlığının merkeze alındığı bir politikanın izlenmesi daha muhtemeldir.
Suudi Arabistan’ın Batılı ülkelerle ilişkilerinde bir çeşitlilik çabası gözlenmektedir. Sadece petrole ve enerji kaynaklarına dayalı bir politika dışında bölgesel ve küresel konularda ortak tavır takınma söz konusu olmaktadır. Zaten 11 Eylül olayları sonrasında Riyad-Washington ilişkilerinde bir sarsılma yaşanmış ve ilişkilerde bir güven kaybı oluşmuştu. İki taraf da bir diğerine daha temkinli bir tutum takınır hale gelmiştir. Bunun Suudi Arabistan’daki karşılığı ilişkilerin çeşitlenmesi olmuştur. Gelecek dönemde bu çeşitlendirme sürecinin devam edeceği ileri sürülebilir.
3. Suudi Arabistan’da yeni kralla başlayan ve yeni görevlendirmelerle süren bu değişiklikler Yemen ve Suriye krizleri başta olmak üzere Ortadoğu dengelerini nasıl etkiler?
İlk ve ikinci kabine değişikliğiyle birlikte Suudi Arabistan, bölgesel krizlerde Batıyla ve Türkiye gibi devletlerle daha yakın işbirliği içinde olmaya gayret gösterecektir. Suudi Arabistan yeni dönemde Yemen’de daha İran karşıtı bir politika izleme ihtimali yükselecek; İslami hareketlere yönelik ise daha yumuşak bir tavır takınacaktır. Örneğin, Yemen’de Islah Hareketi başta olmak üzere Yemen’de halk üzerinde etkisi olan gruplarla yeniden irtibat kurulacaktır. Çünkü İslami grupların etkilerinin artmasıyla birlikte sadece bölgesel politikada değil, aynı zamanda iç politikada da etkili olabilecek bir duruma gelmişlerdir. Son kabine değişikliğinde dikkat çeken hususlardan biri de zaten halkın taleplerine daha duyarlı olunacağı intibaıdır. Bir taraftan ekonomik enstrümanlar kullanılarak halkın sosyo-ekonomik durumunda iyileştirmeler yapılacak bir taraftan da kurumsal gelişmeler gerçekleştirilecektir.
Katı bir tarafgirlik politikasının iki yılda ciddi maliyetlere yol açması üzerine, Suudi Arabistan’ın gelecek dönemde küresel ve bölgesel aktörlerle daha yakın bir diyalog içinde olması ve daha pragmatist davranması beklenmektedir. Bölgesel krizlerde daha geleneksel ve daha halkçı olan gruplara daha fazla destek verilmesi ve mümkünse bunların yönlendirilmesi hedeflenecektir. Dolayısıyla İhvan’ın ötekileştirilmesi sona erdirilecek, en azından hafifletilecektir. Öte yandan, bölgesel istikrarın sağlanması için daha pro-aktif bir rol üstlenmek durumunda kalabilir.
4. Yeni Suudi Yönetimi, İran’ın nükleer müzakerelerle birlikte Batıyla ilişkilerini geliştirmesine nasıl yaklaşacak, ilk işaretler ne yönde?
Yeni Suudi Arabistan Yönetimi, İran’ın nükleer müzakerelerle birlikte Batıyla ilişkilerini geliştirmesinin bölgesel dengelerde Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer Körfez ülkelerinin ve hatta diğer Sünni Arap ülkelerinin menfaatlerinin zedelenmesine yol açmamasını bir kırmızı çizgi olarak ileri sürebilir. Yani, kategorik karşı bir çıkıştan ziyade, sınırlı olmak kaydıyla İran-Batı ilişkilerinin gelişmesini kabul edecek bir tavır takınma ihtimali daha yüksektir. İran nükleer enerji ve/veya nükleer silah üretme endişesi, bütün bölge ülkelerinde olduğu gibi Riyad’ı da endişelendirmektedir. Çünkü, Suudi Arabistan’ın bölgesel devletlerde algıladığı en büyük ve en ciddi tehdit İran’dan gelmektedir. Bu tehdidi daha da tehlikeli hale getirecek nükleer enerji üretiminin engellenmesi çabalarına değil karşı çıkmak destek olması beklenir. Bölgenin nükleer silahlardan arındırılması veya bölgesel güç dengesinde nükleer silahların ortaya çıkması istenen bir durum değildir. Ancak, Batıyla girişilen işbirliği süreci Suudi Arabistan’ı ikinci plana itecekse buna olumlu yaklaşmak mümkün olmayacaktır. Zaten, mevcut şartlar ve söylemler dikkate alındığında bunun kısa sürede gerçekleşmesi de pek mümkün görünmemektedir. Bu safhada Suudi Arabistan’ın Batıyla ilişkilerini yeniden eski düzeyine çıkarma ihtiyacı hasıl olmaktadır. Batılı devletlerin istikrarsızlaştırıcı gücünün farkında olarak kendi rejiminin devamını sağlamanın en emin yolunun Batılı devletler işbirliği yapmaktan geçtiği ileri sürülebilir. Özellikle ABD ile ilişkilerin yeni Dışişleri Bakanı el-Cubeyr ile birlikte daha da gelişeceğini söylemek mümkündür.
5. Türkiye, Suudi Arabistan’da yaşanan değişimleri nasıl yorumluyor, Körfez ülkeleriyle ilişkiler ne yönde etkilenecek?
Suudi Arabistan ile Türkiye, Kral Abdullah’ın kral olmasıyla birlikte tarihlerinin en yakın ilişkilerini geliştirmişlerdi. Bunun en önemli göstergesi de karşılıklı olarak yapılan en üst düzeydeki ziyaretlerdir. Ancak Sisi askeri darbesinden sonra Türkiye’nin İhvan-ı Müslimin’e (dolayısıyla değişime), Suudi Arabistan’ın ise Sisi’ye (dolayısıyla statükoya) destek vermesiyle birlikte oldukça gergin bir döneme girmişti. Kral Abdullah’ın vefatı sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cenaze törenine katılması sonrasında karşılıklı olarak yapılan ziyaretlerle ilişkilerde yeni bir işbirliği dönemi başlatılmış oldu.
Suriye krizinde, ilk iki yılda olduğu gibi Türkiye ile daha yakın ilişkiler geliştirilmesi ihtimali yüksektir. Sisi’nin gerçekleştirdiği askeri darbeden sonra Türkiye ile bölgesel politikalarda karşıt taraflardan yer almak durumunda kalmışlardı. Ancak bu durum hem Türkiye hem de daha fazla olmak üzere Suudi Arabistan bakımından olumsuz gelişmelere yol açmıştı. Sonuç itibariyle, son iki yılda takip ettiği politika sonucunda kendini Şiilik ve İran kuşatmasında bulan Suudi Arabistan her zaman olduğundan daha kırılgan bir duruma düşmüştür. Bu noktada sadece ekonomik araçlarla rejiminin güvenliğini sağlayamayacaktır. Önemli bölgesel ittifaklar oluşturmak gerekecektir. Bölgedeki dengeler dikkate alındığında da bölgesel devletlerin büyük çoğunluğu iç istikrarsızlık içinde bulunmaktadırlar. Dolayısıyla Türkiye gibi siyasi bakımdan istikrarlı ve ekonomik olarak güçlü bir konumda bulunan bir ülkenin desteği Riyad için hayati önemi haizdir. Öte yandan Riyad’ın da, özellikle son dönemde Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerine önem atfeden Türkiye için anlamı büyüktür. Dolayısıyla, iki ülke arasındaki karşılıklı bağımlılık devam ettikçe bir diğeriyle ilişkilerinin olumlu olması beklenmelidir.
[Söyleşi: Zeynep Berre Özçelik]